Ölümün sizi nerede bulmasını isterdiniz ? Hangi ortamda, hangi mekânda? Ya da hangi belde de vermek isterdiniz son nefesinizi ? Size sorulan bu soruya cevap olarak hemen, – ya durup dururken ölüm de nereden çıktı şimdi, ben henüz ölmek istemiyorum ki mi dediniz yoksa? Yoksa öldükten sonra ne fark eder ki, nerede ölürsen öl diye mi geçirdiniz içinizden ? Ya da daha önce hiç aklınıza gelmemiş miydi bu soru ? Ama bir anlık gelseydi ve bir anlık cevap vermek zorunda kalsaydınız ne derdiniz diye bir düşünün ? Ölüm anınızı, o anki ahvalinizi ve mekanınızı düşleyin hemen şimdi;
Peygamber Efendimiz, bir eve misafirliğe giden kişinin, yemekten sonra ev sahibine dua etmesini istemiştir. (Ebu Davud-9432) Yemekten önce 'besmele' çeken, bitirince 'elhamdülillah' diyeni Allah bağışlar. (Taberani-5468)
İnsanların bir şey yiyip içtikten sonra Allah'a hamd etmesini emrederdi. Bundan Allah'ın razı olduğunu belirtirdi. (Müslim, Tirmizi, K.S.-1852)
Yemekten sonra tabağı iyice temizlemek, bağışlanmaya vesiledir. (Tirmizi-5491, Rezin, K.S.-3887)
Allah Resulü (sav), yemek hususunda da çok kanaatkâr idi. Eve geldiğinde bir şey olmasa kızmaz, kuru ekmek ve sirkeye, hurmaya, birazcık zeytinyağına razı olurdu. (Müslim, Ebu Davud, Nesai, İbn-i Mâce, Tirmizi-5519)
Bir defasında sadece sirke olduğu söylenince, getirilmesini emrederek şöyle buyurmuştur: "Sirke ne iyi katıktır! Sirke ne iyi katıktır! Sirke ne iyi katıktır!" (Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesai, K.S.-3941)
“Molla Asım” namıyla maruf Şeyhülislâm Çelebizâde Asım Efendi’nin, hasret u hicrandan kavrulmuş bir sinenin Peygamberin Köyü’ne bir an evvel varmak için çırpınmasını resmeden mısraları...
Babamlı olduğum günler/babamsız kaldığım günler. Fotoğraf karesinde babam yoksa yakıcı bir sitem yapışır yakama: “Baban hayatta ama sen İstanbul’da evdesin ha!” “Babanla görüşmek varken, bak başkasının telefonuna bakıyorsun yine!” “Babanın yanında değilsin ve yayladasın demek!” 2004 yılı. Haziran ayı. Babamın vefatına bir ay kalmışmış. Nereden bileyim! O günlerde Ankara’ya gidiyorum. Gerede’de yol Samsun ve Ankara diye ayrılıyor. Babam Samsun’da. Ben ise, hiç tereddütsüz Ankara’ya devam ediyorum. Babamın vefatından önce babama en yakın olduğum nokta orasıydı. Bu kadar yakınken babama, ben Ankara’ya gitmiştim. O gün bugündür Gerede yol ayrımına her geldiğimde içim kanar. Hesap sorarım kendime. Direksiyonu sağa kırsaydın ya! Aramızdan ansızın ayrılıveren sevdiklerimiz, yokluklarıyla hayatımızın başkahramanı oluverir. Öyle ki onsuz geçirdiğimiz her an, ondan uzak kaldığımız her mekân, ona ilgisiz durduğumuz her hal şaşırtıcı olur sonraları… Şimdi hayatta olsa babam, “işler yoğun, bayrama gelirim inşaallah…” der miydim? Babamdan cılız da olsa bir aferin alacağımı bilsem, yolculuklar için bir sürü geçerli/geçersiz mazeret üretir miydim? Cevabı yine kendim vereyim. Hayatta olsaydı şimdi, babamın varlığı sıradan olurdu. Ve ben yukarıdaki sorulara evet derdim. Bekletirdim babamı. İşlerden sonrasına bırakırdım onu. Onun olmadığı yerlerde olmayı hakkım bilirdim. Onu aramadan geçirilmiş bir günü normal sayardım. Şimdi hayatta olan sevdiklerime davrandığım gibi davranırdım ona da. Varlığı sanki suçmuş gibi gözümden düşürürdü babamı. Yaşıyor olması sanki gereksizmiş gibi sıradan ederdi babamı. Garip ama gerçek: Şu anda ölecek olsalar her biri başkahramanımız olacak sevdiklerimizle birlikte yaşıyoruz. Varlıklarını kanıksadığımız sevdiklerimizin öleceğini biliyoruz. Varlığımızı kanıksamış sevdiklerimiz de bizim öleceğimizi biliyor. İşte kanıksamalar, o unutmalar, o ihmaller hayatı hayat yapıyor. Sanki avcısına bakan vurulmuş ceylan gibi gözlerimiz. Bir o kadar güzel. Bir o kadar açık. Bir o kadar çaresiz. Bir o kadar sessiz ve itirazsız. Bir başka boyutu daha var bu duruşun. Ölünce sevdiklerini başkahramanı yapanların, sevdiklerinin eksilmesini kanıksayışımız. Sevdiklerince başkahraman yapılmaya aday, varlığı kanıksanmış olanların sevdiklerince gece gündüz ölüm sonrası başkahraman yapılışlarını fark etmeyişimiz. Ne kadar çok ölüm haberi alıyoruz. Ne kadar çok ölüm haberi almaya alışıyoruz. Sayılara vuruyoruz ölenleri. Bir ölü, iki yaralı. Üç ölü, beş yaralı. Ölen, birinin kızı. Sabah öylesine okula uğurladığı can parçası. Hiç vazgeçilmezi. Ömür boyu hep arayacağı. Yanında yeterince olamadığı için hep çırpınacağı. Ama bize göre sadece bir rakam o: 1. Ölen, bir kızın babası; akşam evde beklediği, rüyalarının adamı. Hep kucakladığı. Hep kucaklamak isteyip de kucaklayamayacağı. Ömrünün her anında bir acı hıçkırık olarak yokluğunu bileceği. Yüreğinde sessizce büyüteceği dipsiz bir uçurum… Ama bize göre yine kupkuru bir rakam o: 1 Öğrenir öğrenmez de sıfırlarız o rakamı. Unutkanlığımız her defasında konfor sunar bize. Babasız kalmış çocukların acısına sağırlaşır kalbimiz. Evladını genç yaşında toprağa koymuş ananın gözyaşına körleşir gözümüz ve gönlümüz. O hançerler değmez hiç tenimize. O hıçkırıklar ulaşmaz göğsümüze. Herkesi kendi kuyusunda yapayalnız bırakırız. Vurdumduymazlığın ortasında yumuşacık yastıklar arasında bir dünya kurarız kendimize. Ölüme uzak. Ölenleri sadece rakamla sayan. Hemen ardından da sıfıra indiren bir unutkanlık. Mahzun olmuş/olacak gönüllere teselli sunmak için cebimde ümit yok. Ama bizim sıfır saydıklarımızı sayan Biri’yle tanıştırmak istiyorum sizi. Bizim hiç olduğu için acımadığımıza hepten acıyan, üstelik hiç olduğu için acıyan bir Rahman’ın “ellerinde” buluyorum teselliyi. Rahman’ın acımasını anlamak için şöyle bir test yapsak kendimize: Küçücük bir kuş gördük diyelim. Yavru kuş. Belli ki annesinden uzakta: acırız. Bir de fark ettik ki yavru kuşun bir kanadı kırık: daha çok acırız. Az sonra gördük ki, diğer kanadı da kırık: daha da çok acırız. Meğer bir ayağı da kırıkmış: daha da daha da acırız. O da ne! Öteki ayağı da kırıkmış: daha daha daha da acırız. Az sonra kör olduğunu da fark ettik: daha daha daha daha da acırız. Belki ağlamaya başlarız. Sonunda sağlam bir tek gövdesi olan kuşun ezilip gözden kaybolduğunu farz edelim. Öyle ki bizden önce yoldan silinmiş olsun cesedi. Acır mıyız? Hiç sanmam! Olmayan kuşa niye acıyalım ki? Acımamızı en çok hak ettiği anda, kuşun birden acınası olmaktan çıkması insafsızlık değil mi? Doğrusu şu ki, insanın şefkati, merhameti, acıması ille de bir nesne arar kendine. Nesne yoksa, acıma başlamaz, merhamet gerçekleşmez. Yani: Uzakta da olsa bir annesi bile olmayan, kırık bir kanadı bile olmayan, kırık da olsa bir bacağı dahi olmayan, kör de olsa bir gözü bile olmayan, olmayan bir kuşa acıyamıyoruz. Oysa, Rahman’ın “acıma”sı, kuşun en acınası hali içindir: yokluğuna acır. Merhametiyle yoğu var eder O. Rahmetiyle olmayan kuşun dile gelmeyen varlık duasını kabul eder. Biz bir şeye var olduktan sonra acırız; belki de acımayız. Ama O yokluğuna acıdıklarını var eder. Şimdi yokmuş gibi uğramadığımız sevdiklerimizi bizden çok seven Biri var. Yok olunca ancak kıymetini anladığımız sevdiklerimizi yokluğunda da kıymetli bilen Biri var. Acımasın bir yanımız diye var olduğu halde hiç saydığımız o başkahramanları yokluğunda da var edecek kadar planlayan önemseyen Biri var. Biri var… Üstelik, 1 rakamı ile açıklayamayacağımız kadar biricik Biri.. …var.