28 Şubat 2010 Pazar
26 Şubat 2010 Cuma
Dua...
25 Şubat 2010 Perşembe
MEVLİD KANDİLİMİZ MÜBAREK OLSUN...
Nice âşıklar gördüm, nicedir görürlermiş seni..
Sâdık vezirlerinle dolaşırmışsın ümmetini..
Yaralıları ziyarete gelirmişsin Efendim..
Nerdesin, öldürücü yokuşlarda kaldım; ben yetim..
Ruhanî değilim, nasıl varam huzûr-u yakîne?
Kader geçit verir mi acep ol Ravza-i Pâkine?
Ne kadar isterdim, şöyle sancılı bir 'off..' diyeyim;
Ya sen gelesin imdada, ya da ben göçüp gideyim..
'Hû..' söyler her nefesim; sen ki damarlarımda kansın..
Ciğerlerim kebab olmuş ne gam!, varsın dünyam yansın!
Bir başka canan istemez gönlüm; bağlandım gamzene!
Vurulmuşum sevda özümden, tutulmuşum Sidre'ne...
Sesini özledim kimsesiz gecelerde;
Hep ağladım için için;
Bekledim seneler boyu eşiklerde;
Başımı koydum kurbanlık için;
Ağlıyorsam, sanma ki kırılmışım; kör olur gözüm..
Ofluyorsam, hiç bıkmadım bekçilikten; yanar özüm..
Kırılası kalem!, dilim kurur böyle sitemimden;
Bîzârım Allah (c.c)'ım., benim şikâyetim hep nefsimden..
Acı yazdım, bir yüz bularak engin şefkatinden..
incinme, uykusuz gecelerime ver; Raûfsun sen..
Ne desem ki; çok seviyorum seni, çok.. sevgime ver..
Himmetin olmazsa, kabul etmez beni gökler ve yer..
Âh bir sarılsaydım boynuna kucak kucak aşkımla!
Âh bir tutsaydım ellerinden; öpseydim doya doya!
Öpseydim kadem-i şerifinden çatlak dudağımla!
Çökseydim dize ve eriseydim sohbet ocağında!..
ilk aşkım diyemem, lâkin aşılmaz aşkımsın inan!
Çatlarsa bir gün kalbim; 'Ahmedim..' yazsın her damla kan!
Kesilirken veda sözüm; 'Habîbim..' desin tükensin!
Zira sen, ölmüş hissiyatımda açan kardelensin...
Alıver ipimi eline..çek, sür beni ardın sıra!. ..........
Koşmazsam hâinim; tek, 'Sahibim' sen olduktan sonra..
Beklerim susuz ekmeksiz, bu kapı senin kapınsa..
Buyursun Azrâil, varılacak yer senin yanınsa...
Bir Kutlu'nun seccâdesine yüz sürdüm, öyle geldim..
Cennet köyünün toprağını öptüm öptüm de geldim..
Şiir şiir aşkımı kabul eder misin Efendim ?
Bir kerecik olsun bana da 'Gel!' der misin Efendim?
Canım, Cananım, Cinânım, Melceim, Mededresânım!
Lütfet elini bîçâreye ki sensiz perişanım...
Musa HUB
Taş Ustası...
Çaresiz kaldığım zamanlarda gider bir taş ustası bulur, onu seyrederdim.. Adam belkide yüz kere vurur taşa ama değil kırmak çatlak bile oluşmazdı.. Sonra birden bire yüzbirinci vuruşta taş ikiye ayrılıverir.. İşte o zaman anlarım ki; taşı ikiye bölen o son vuruş değil, ondan öncekilerdir...
23 Şubat 2010 Salı
AŞK..
AŞK
Mevlânâ Hazretleri, “Eğer aşkın şerhini yapmaya kalksam, yüz kıyamet kopar da yine de söz tamamlanmaz” sözüyle aşkı “tarif eder”. Aşkı en iyi aşkın kendisi anlatacaktır: “Aşkı kimseye sorma, aşkın kendisine sor!
Hiç kimsenin ismi, Mevlânâ kadar aşkla özdeşleşmemiştir. Mevlânâ aşkı, ama gerçek İlâhî aşkı, bütün boyutları ve derinliğiyle yaşayan ve yaşatan bir ârifti.
Aşk gerçi önceleri nefsânî, mecâzî, yani kişinin kendisi gibi bir faniye duyduğu bir aşk olsa bile, insanı olgunlaştıran, yakıp pişiren bir tarafı olduğu için, gerçek aşka bir köprü olur. Bunun için Hz. Pir, “Âşıklık ister nefsânî olsun, ister rûhânî olsun, sonunda bizi ötelere götürecek bir rehberdir.” (Mesnevi, I, 111) buyurur.
Ama mecazî aşk mertebesinde oyalanıp kalmamak, Leyla’dan Mevlâ’ya geçmek gerek: “Ölüye karşı beslenen aşk ebedî olamaz. Sen canına canlar katan, hiç ölmeyecek olan diriye âşık ol!” (Mesnevi, V, 3272)
Ama insan mahlukata başka bir gözle bakmayı becerebilirse, aslında her varlıktaki güzelliğin Gerçek Varlık’tan geldiğini, kişi ister farkında olsun ister olmasın, herhangi bir varlığa duyduğu aşkın da aslında onda yansıyan İlâhî güzellik tecellisi sebebiyle olduğunu idrak eder: “Sevdiğin her varlıktaki güzellik Allah’tan geliyor. Sen, her neye âşık olursan, o şey ilâhî sıfatlardan biri ile yaldızlanmış, nurlanmış.” (Mesnevi, III, 554)
İlâhî aşk, tıpkı her türlü pisliği yakıp yok eden bir ateş gibi, insanın olumsuz bütün özelliklerini yok eden manevî bir ateştir: “İlâhî aşk sebebiyle nefsaniyet ve benlik elbisesi yırtılan kimse, hırstan ve bütün kötülüklerden temizlenir.” (Mesnevi, I, 22)
“Aşk nurlanmaktır”
Aşk, nurlanmak, nur kesilmektir: “Âşık olmak demek, nûr gelen tarafa pencere açmaktır. Çünkü gönül, gerçek dostun yüzü ile nûrlanır.” (Mesnevi, VI, 3096)
Mevlânâ’nın bağlı olduğu dünya görüşüne göre, bütün kâinatın varlığa gelişi de hep aşk iledir. Çok atıf yapılan bir kudsî hadiste, Cenâb-ı Hakk’ın: “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeye muhabbet ettim de mahlukatı onun için yarattım” buyurduğu rivayet edilmektedir. Yani bütün bu varlıkların meydana gelmesi, Hak Teâlâ’nın gizli olan varlığının zuhur etmeye olan iştiyakı, Hakk’ın tanınmaya olan aşkı sebebiyledir.
Bütün varlıklar, duydukları aşk sebebiyle hareket eder. “Her cüz’ün başka bir cüz’e meyli vardır. Her ikisinin birleşmesinden bir şey doğar.” (Mesnevi, III, 4416)
Aşka yakalanan derman istemez
Aşk aman vermez, bir kere aşka yakalanan bir daha onun pençesinden kurtulamaz: “Ey aman bilmez aşk; senin elinden el-aman, el-aman!” (Mesnevi, VI, 3764)
Gerçek aşk öyle bir ‘dert’tir ki, ona yakalanan bir daha asla derman bulmak istemez: “Bütün hastalar iyileşmeyi ümit eder, o ümitle yaşarlar. Aşk hastası ise: ‘Benim hastalığımı artırın!’ diye feryad eder.
Aşk, anlatmakla tükenir şey değildir: “Eğer aşkın şerhini yapmaya kalksam, yüz kıyamet kopar da yine de söz tamamlanmaz.” (Mesnevi, V, 2189)
Aşkı yine en iyi aşkın kendisi anlatacaktır: “Aşkı kimseye sorma, aşkın kendisine sor!” (Divan-ı Kebir)
“Aşk söze sığmaz, istemekle anlaşılamaz, aşk bir denizdir ki dibi görünmez. Denizin katreleri, damlaları sayılamaz. Yedi deniz de, aşk denizinin önünde küçücük bir göl gibi kalır.
Aşk, denizi bir tencere gibi kaynatır; aşk, dağı ezer, kum gibi ufaltır. Aşk, gökyüzünü çatlatır, yüzlerce yarık açar; aşk, sebepsiz olarak yeryüzünü titretir.
Pak, temiz aşk Hz. Muhammed’e eş oldu, dost oldu. Allah, bu aşk yüzünden Peygamber Efendimiz’e ‘Sen olmasaydın, bu gökleri, bu kainatı yaratmazdım!’ diye buyurdu.” (Mesnevi, V, 2733-2737)
“Şehveti aşk zannediyorsun”
Günümüzde hiçbir kavram ‘aşk’ kadar kirletilmemiştir. Hz. Mevlânâ’nın sözlerinde, her türlü edepsizliğin, şehvet tatmininin aşk diye nitelendiği bugüne de göndermeler vardır: “İnsaf et; aşk güzel bir iştir. Onun bozulması, safiyetini yitirmesi tabiatın kötü niyetli oluşundan. Sen şehvetini aşk diye adlandırmışsın; halbuki şehvetten kurtulup aşka ulaşabilmek için uzun yollardan geçmek gerek.” (Divan-ı Kebir)
“Eğer aşk nefsin şehvetinden ibaret olsa idi, merkeb ve ö..z âşıklar defterinin başında olurdu.” (Divan-ı Kebir)
Geliniz, aşk nedir bilmek için Mevlânâ’nın önünde diz çökelim, gerçek aşkı o ulu âriften öğrenelim.
Kaynak: Moral Dergisi
19 Şubat 2010 Cuma
Ahh Yusuf (a.s)
Yusuf’u kaybettim, Kenan ilinde…
Hüznün çocuklarıyız biz. Yüreğimiz kabuk bağlamış yaralarla. Bir dokunulup, bin ah işittiren yürekler. Acı katığımız.Umut örselenmiş yüreğimizde sadık bir yoldaş…
Güneş en erken bize doğar, ilk ışıklarını bizimle paylaşır,geceden yalnız bırakmamışız dostumuzu.Yüreklerimizi ısıtır,sonra da bizi geceye bırakır…Yıldızlara…Uzaklara…Derinlere… Karla kaplı yüreğimiz üşür, yalnızlıktan…
Yusuf bulunur, Kenan bulunmaz!
Bir tebessüm etmişsek Güneş’e, bin defa da sessizliğinde ,sensizliğinde ve gecenin eşliğinde ağlamışız.Kuyuya bırakılan Yusuf’uz…
Dudaklarımızın kenarında mütevazi bir tebessüm saklıdır.Gözyaşıyla beslenen… Kim bilir belki umut oradan yeşeriyordur yüreklere... Sakın dokunmayın yüreğimize.Vardır her zaman hüzün gözbebeklerimizde, bir dokunulsa akıp dudaklara doğru kayacak olan bir yudum gözyaşı seli…
Kuyuya terk edilen ey Yusuf! İhanetin hançeri sürekli aynı ellerde midir? Her zaman kardeşler mi bırakır kuyuya? Ya anneler? Ya babalar? Onlarda bırakırlar mı evlatlarını kuyuya? Bir ömür kuyuda geçer mi Yusuf? Sahi kervancılar ne zaman geçecek buradan?
Bu aklı fikr ile Leyla bulunmaz…
Yusuf! Ey Mısırın Sultanı!
Peki ya ben kimim? Neden kuyu? Benim Mısır’ım neresi? Kader garip bir bilmece midir ey Yusuf? Ne zaman çözülür bu bilmece?
Gecede neler gizlemiş sahip? Neden uykusuz geceler? Neden tatsız hayat? Neden içtiğim suyun tadı yok? Yoksa…
Yoksa bu kuyunun suyu mu?
Yusuf! Bir ömrün vebali nedir? Ödeyebilir mi bir insan bunu? Kuyudan ne zaman çıkılır Yusuf? Ellerimi uzattıkça engelim çarpıyor Yusuf? Bir küçük kuş gibi dışarı çıkmak için çırpındığımda , kafese çarptığımda , elimde sadece yorgunluk kalıyor! Yüreğim acıyor! Başım yorgunluktan dönüyor! Yorgunluğum bedenden değil ha!
Zihin o kadar yoğun ki Yusuf?
Bu ne yaredir ki derman bulunmaz!
Sahi sen kuyuda iken neler yaptın? Kimlerle arkadaş oldun? Kimi sırdaş tuttun masum yüreğine? Nemli duvarları mı? Nasıl tutundun o kuyuda? Kolların seni taşımaktan yorulmadı mı çıkmak için her elini uzattığında? Umut var mıydı minnacık yüreğinde? Sahi onu nasıl sakladın kirli yüreklerden?
Yunus öldü deyu sela verirler…
Yoruldum ben Yusuf? Yaşamak var ile yok olmak arasında bir çizgi ? Çokta önemli değil nefes alıp vermek!!! Bu bilmecenin sonu nedir Yusuf?
Üşüyorum…
Ürperiyorum…
Ya sar bedenimi bedenine…
Ya da bırak düşeyim…
Adaşım! Tut artık göğüs kafesimden…
Yoruldum, düşeceğim..
Sahi düşsem de kurtulacağım, bıraksan da!
Ya tut! Ya da bırak!
Araf ta bırakma…!
Ölen beden imiş aşıklar ölmez!
18 Şubat 2010 Perşembe
Dua Üzerine...
Rabb’imiz Mûsa Aleyhisselâm’a sormuştu: “Elindeki nedir?” Mûsa Aleyhisselam ise “Bu asâmdır” demiş ve sonra açıklamıştı, “ona dayanırım, onunla hayvanlarıma yaprak silkelerim ” Pekâlâ, Mûsa Aleyhisselam da biliyordu ki Rabbi elindekinin ne olduğunu bilir Üstelik asânın dayanmaya yaradığını, hayvanlara yaprak silkmekte kullanıldığını, her şeyi bilen Alîm-i Küllî Şey’e ayrıca söylemesi fazla değil mi? Hayır, fazla değil; hatta eksik gibi Çünkü Sevgili’nin huzurunda olunca laf uzatılır, uzatılmak istenir.. Daha çok huzurda kalmak için yeni yeni konular açılır Huzurda iken, konuşulanın ne olduğu önemli değildir; önemli olan konuşmaktır Çünkü konuşmak huzurda kalmayı uzatacaktır Dua da böyledir işte, kulun Rabb’iyle söyleşmesidir İster ayakkabımızın kaybolan bağcığı gibi sıradan bir şey için, ister ebedî hayat gibi en başta gelen hacetimiz için dua etmek Rabb’in huzurunda kalma vesilesidir Mümin için dua etmek, duanın kabul olup olmamasından daha önce gelir Çünkü dua, içeriği ne olursa olsun, sonucu nereye varırsa varsın, Sevgilinin huzurunda kalmaktır Yani ki, duanın kendisi duanın sonucundan önemlidir, önceliklidir...
* * *
Dua ediyor olabilmek de, O’na muhatap olmayı, O’nu muhatap olarak bulmuş olmak gibi eşsiz ayrıcalıkları içerdiğine göre, çok önemli ve öncelikli bir duanın kabul edilmiş halidir.. Dua edemeyen, dua edemediğinin farkında değildir; dua etmek için dua etmek gerektiğini bile bilemez Dua edemeyen, dua edememekle neyi kaybettiğinin farkında değildir; bir şeyi kaybettiğini bilmeyen ise aramaz, aramadıkça bulamaz, bulsa bile eline almaz.. Öyleyse, dua edebiliyor olmakla, nasıl derin bir kuyudan çıkarıldığımızı görelim.. Dua eden adam bilmeli ki, dua ediyor olmakla, kaybettiğini bulmuştur, kaybettiğini bile bilmediği bir kaybını bulmuştur, eksikliğini bile çekemeyecek kadar gafil olduğu bir eksiğini tamamlamıştır.. Birileri hakkında dua etmiş olmalı ki, dua edebiliyor...
* * *
“İnsanları ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım, beni beslesinler diye değil ”
Kulluk, Rab tarafından rızıklandığını bilmekle başlar İnsanın secdesi tevekkül seccadesinde gerçekleşir.. Kul alnını yere değdirdiğinde, Rabb’inden başka kimseye muhtaç olmadığını kabullenir.. Secde ile sadece kafasını değil varlığını da toprağa indirir.. Rabb’inin kendisine verdiğinden şüphesi olanın secdesi tam değildir; alnı yerde olduğu halde, aklı yukarıda kalmıştır.. “Yalnız Sana kulluk edelim diye yalnız Senden yardım dileriz!” dedirttiğine göre Rabb’imiz, kulluğumuzu O’na yardımmış gibi görmek yerine, O’nun bize yardımı olarak bilmeliyiz...
* * *
“Kim kötü bir iş işler, nefsine zulmeder de, sonra/gecikerek tövbe ederse Allah’ı Gafûr ve Rahîm olarak bulur ” Aziz Mahmud Hudâyî, bu ayeti yorumlarken, tövbenin pek dikkat edemediğimiz bir inceliğine dikkat çeker.. İnsan kötü işi bedeniyle yapar, eliyle gerçekleştirir, açık bir eylem koyar ortaya Tövbe ise dille yapılır, hatta dile gelmeden de yapıldığı olur Hüdâyî Hazretleri, işte bu farkı hatırlatarak, fiilen yapılan isyanın sözle yapılan itaatle affedilmesindeki lütfu gözler önüne seriyor...
* * *
Bir dostumdan duymuştum: “Allah, kendisi için terk ettiğiniz şeyleri terk ettiğinize sizi sevindirsin ” Hayatın özünü yakalayan bir yakarış bu.. Çünkü her an bir tercihte bulunuyoruz; bir tercih bize bin terk edişi yaşatıyor.. Rabb’imizin rızası için tercih ettiklerimiz ne çok terki gerektiriyor.. Bir helâl için bin haramdan yüz çeviriyoruz.. Sözgelimi, bir kadını kendimize helâl ederken, diğerlerini terk ediyoruz.. Bir erkeği kendimize eş seçerken, başka bütün erkeklerden yüz çeviriyoruz.. Eşlerin birbirleri için böylesi sözel ve fiilî dualarda bulunması gerekir.. Başkalarını terk ederek kendisi eş olarak tercih edilen bir kadın ya da erkek, eşini kendisi için terk ettiklerini terk ettiğine memnun etmek için elinden geleni yapmalı..
* * *
Fatiha, dilimize değen en güzel duadır.. Duayı kabul edecek olan Zâtın dilimize dua vermesi, bize yakarış temrinleri yaptırması, O’nun o duaları çoktan kabul etmeye hazır olduğunu gösteriyor değil mi? Dua ile duanın kabulü arasında sadece o duanın dilimize değmesi bahanesi var Adı üzerinde “açılış”tır Fatiha; varlığın yüzünü Var edene çevirir, bize ötelerle “ağız birliği” ettirir.. Bize verileceklerin hepsi Fatiha’da saklıdır; tek Fatiha ile istediklerimiz bize verilse yeter aslında.. Bizi yokluğun dehşetinden alıp kimsenin yapamayacağı iyiliği yapan Rabb’imiz, Fatiha ile kendimiz için neyi istemenin hayırlı olduğunu öğretir bize ve onları kendisinden istetir.. Vermek istemeseydi, ısrarla istememizi ister miydi...
Senai DEMİRCİ
17 Şubat 2010 Çarşamba
Ey Garip Bülbül Diyarın Kandedir...
Ey garip bülbül diyarın kandedir
Bir haber ver gül-i zarın kandedir
Sen bu ilde kimseye yar olmadın
Var senin elbet yarin kandedir
Arttı günden güne feryadın senin
Ah ü efgan oldu mutadın senin
Aşk içinde kimdir üstadın senin
Bu senin sabr ü kararın kandedir
Bir enisin yok acep hasrettesin
Rahatı terkeyledin mihnettesin
Gece gündüz bilmeyip hayrettesin
Ya senin leyl ü neharın kandedir
Ne göründü güle karşı gözüne
Ne büründü baktığınca özüne
Kimse mahrem olmadı hiç razına
Bilmediler şehsüvarın kandedir
Gökte uçarken seni indirdiler
Çar unsur bendlerine urdular
Nur iken adın Niyazi verdiler
Şol ezel ki itibaren kandedir
Niyazi Mısri
Asi Ve Mavi...
Bugün kederliyim beterim bugün..
Sesime ses değse çığlık oluyor..
Üşüyor toprak taşlar üşüyor..
Vuslatı yakın eden yollar üşüyor..
Yumma gözlerini uyuma bugün..
Bütün gölgeler akşam oluyor..
Üşüyor yaprak dallar üşüyor..
İçimde kış gibi bir mevsim üşüyor..
Oysa ben senden neler neler isterdim..
Senli sevdalarda doğmak isterdim..
Sabahlar isterdim asi ve mavi..
Büyüsün isterdim ışığın rengi..
Ama gel gör ki kötüyüm bugün..
Sesime ses değse çığlık oluyor..
Üşüyor toprak taşlar üşüyor..
Vuslatı yakın eden yollar üşüyor..
Onur AKIN
15 Şubat 2010 Pazartesi
Evlenince Bir Çift Ayakkabı Mı Olacağız..?
""Evlenince Bir Çift Ayakkabı mı Olacağız?""
Bu bir gelenekti,
gelinlik kız kulağını kapıya dayar dinlerdi..
genç kız kalbini kadere dayar beklerdi..
Kapının pervazına dokununca, sivrilmiş bir kıymık elini hafifçe çizdi. Bir kaç kandamlası birikti, karardı ama akmadı. Küçük bir “ah” dedi ve sonra yuttu bu “ah”ı.
İçeride bir dünya kurulduğunu biliyordu ama ya bu dünya kalbinin enkazı üstüne kuruluyorsa? Gittikçe sıkıntı bastı. Holde dolanıyor, biraz sonra bitecek bir mahpusluğun geçmek bilmeyen son dakikalarını yaşıyordu.
Kapıların hepsi asi bir gelin gibi, gri kilitleri boyunlarına takınmıştı. Duvardaki resim çerçeveleri bu holün dış âleme açılan tek pencereleriydi sanki. Yarı karanlık bu yer belki altı metrekareydi ama içinde büyüttüğü evhamlar her kareyi doldurmaya yetiyordu.
Bir an ayakkabılara ilişti gözü. Çatlamış betonun üzerine çıkarılmış, birbirinden bağımsız ama birbirinin tamamlayıcısı bir çift ayakkabı… “karı-koca gibi” dedi içinden. Biri nereye giderse öteki de oraya gider; kâh biri öndedir, kâh diğeri… Biri tenden soyununca diğeri de soyunur, biri eskiyince diğeri de eskir ama nedense biri hep diğerinden önce delinir.
Arkadan vuranı da çoktur, destek olanı da… “ayakkabı işte” dedi bir çifti tutup düzeltirken… Ayrı duran “iki” yi “bir” ledi, uçlarını aynı yöne çevirdi.
Gelen gencin ayakkabısıydı bunlar, biraz eskiceydi. Demek ki giyecek daha iyi bir ayakkabısı yoktu. Bunlara ihanet etmediğine ve hemen değiştirip atmadığına göre kanaatkâr birisidir diye düşündü…
Demek ki bir ucu Hz. İsa’dandı...
Ayakkabı bağlarına takılmış ot tohumları çarptı gözüne birden. İçinden “öndeki yoldan değil arkadaki patikadan gelmiş” dedi. Evin önü asfalttı ve tüm mahalleli bu yolu kullanırdı. Kimse kestirme olan arazi yolunu sevmezdi.
Sanki toprak ve çamur kendilerine çok uzakmış gibi kaçarlardı bu patikadan. Oysa o çok severdi bu yolu, yalnızlığını yolun iki tarafına saça saça yürürdü. Saçtığı yalnızlıklar toprağa karışırdı, kendisi felaha. “o yolu kullanmış” dedi. Bu tohumlar benim de eteğime yapışır her seferinde. Toprağı seviyor dedi ve minik bir gülümseme ekledi düşüncelerine..
Demek ki bir ucu Hz. Âdem’dendi.
Bir ara kapı aralandı ve ellerini gördü misafirin. İri ve damar damardı elleri. Okumuş diyorlardı ama elleri neden yıpranmış acaba dedi içinden. Bu bir anlık bakışa perçinlenen resim; sanki bünyesinde mücadeleyi besliyordu. “Eller bulutlar gibi hafifse dokunmamıştır demire yahut küreğe; beyazsa ve kararmamışsa, ne mürekkep izinden nasip almıştır, ne de duvar sıvasından”. Çalışan o eller sıva karmış, mala tutmuş gibiydi…
Demek ki bir ucu Hz. İbrahim’dendi.
Şimdi sesini duyuyordu gencin, ağır ağır konuşuyordu. Kelimeleri; bir kemalat torbasına elini daldırıp seçer gibi alıyor ve dudaklarına yerleştiriyordu. Sesi ahenkliydi. “Kaba söz, kaba bir bedenden çığ gibi düşer, düştüğü yeri hayattan koparır. Katı ve sertçe söylenmiş her harf, diğer harflerden zifte batırılarak ayrılmıştır kenara. Serkeş bir dile değdiğine pişman olup ortasından kırılır nazlı elifler…” O çok nazikti. Sesi kuşdiline çarpıp dönüyor gibiydi..
Demek ki bir ucu Hz. Süleyman’dandı.
Ne güzeldi dilinde En Sevgili..
Efendimizden bahsediyordu. Kendiyle birlikte Efendimizin aşkını da getirmişti. Yastık örtüleri daha da beyazlamış, çiçekli danteller gülümsemişti. Cama meyleden sardunya, bir yaprağını bu tarafa çevirmişti. Sehpadan düşen tespih sanki vecde gelmişti. Efendimiz diline değmişti ya sanki tüm oda aydınlanmış, eşyaların özünde kandiller yanmıştı..
Sevindi onun Efendisini sevdiğine..
Demek ki bir ucu Hz. Muhammed Mustafa’dandı. (sav)
Methini çok duymuştu gencin ama yüzünü hiç görmemişti. “Boyu posu, kaşı gözü bir tavada eritmeli takva ölçeğine dökmeli dedi sessizce. Tüm beşerin gözlerini bir zindana hapsedip, hadi gönül gözlerinizi açın diye bağırmalı.”
Kasları yavaş yavaş gevşiyordu nedense. “çok komik dedi biz şimdi evlenince bir çift ayakkabı mı olacağız?”, gülümsedi. Ben eteklerimi kapı eşiklerine değdirerek geçerken onun bir bakışından anlayacağım acıktığını ve o aynanın karşısında tıraş olurken bir bakışımdan anlayacak sofranın hazırlandığını.
Sonra bir anda açıldı kapı, az önce zindana kilitlediği gözlerin içinden sıyrılan o iki göz esaretten kaçıp çoktan yerleşmişti gencin yüzüne.
Bir an ruhunda yağmurlar başladı, midesinde bir dağ peydahlandı sanki dizleri sağa sola kayan ayaklarına hükmedemez oldu. Kafasını çevirdi, boynunu çevirdi, kaşlarını-ağzını-burnunu çevirdi ama gözlerini bir türlü çeviremiyordu. Kapıyı açan kimdi bilmiyordu, yine o bilinmeyen kişi kapıyı kapattı, gözleri de kapının sarı tahtasına kapandı… Dakikalardır dolanıp duran ayaklar o an sabit kaldı ve içinde yükselen dağın karları ağır ağır çözülmeye başladı… Bir koku vardı içinde… Kardelenler kokar mıydı?
Güzellik;
Hafif, esen bir rüzgâr gibi ferahlatıcı,
Pürüzsüz bir denizde yansıyan ışık gibi sakin…
Ay gibi haledendi…
Ve güzelliği çocukların ellerine bölüştürülen ekmek gibi sıcacıktı.
İşte o an anladı gencin demek ki bu hali de Hz. Yusuf’tandı…
Ve yine anladı ki o kıymık elini neden peşinen kanatmıştı..
BEKLENEN...
Ahh!!!
14 Şubat 2010 Pazar
Çok Acı...
Mevlana'dan...
Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum.
Işığı gördüm, korktum.
Ağladım.
Zamanla ışıkta yaşamayı ögrendim.
Karanlığı gördüm, korktum.
Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladim sevdiklerimi. ..
Ağladım.
Yaşamayı ögrendim.
Dogumun, hayatın bitmeye başladığı an oldugunu;
aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar oldugunu
ögrendim.
Zamanı ögrendim.
Yarıştım onunla...
Zamanla yarışılmayacagını,
zamanla barışılacağını, zamanla ögrendim...
Insanı ögrendim.
Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler oldugunu...
Sonra da her insanın içinde
iyilik ve kötülük bulundugunu ögrendim.
Sevmeyi ögrendim.
Sonra güvenmeyi...
Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı oldugunu,
sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kuruldugunu
ögrendim.
İnsan tenini ögrendim.
Sonra tenin altında bir ruh bulundugunu. ..
Sonra da ruhun aslında tenin üstünde oldugunu ögrendim.
Evreni ögrendim.
Sonra evreni aydınlatmanın yollarını ögrendim.
Sonunda evreni aydinlatabilmek için önce çevreni
aydınlatabilmek gerektigin ögrendim.
Ekmeği ögrendim.
Sonra barış için ekmegin bolca üretilmesi gerektigini.
Sonra da ekmeği hakça üleşmenin,
bolca üretmek kadar önemli oldugunu ögrendim.
Okumayı ögrendim.
Kendime yazıyı ögrettim sonra...
Ve bir süre sonra yazı, kendimi ögretti bana...
Gitmeyi ögrendim.
Sonra dayanamayıp dönmeyi...
Daha da sonra kendime ragmen gitmeyi...
Dünyaya tek başına meydan okumayı ögrendim genç yaşta...
Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektigi fikrine vardım.
Sonra da asıl yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektigine aydım.
Düşünmeyi ögrendim.
Sonra kalıplar içinde düşünmeyi ögrendim.
Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yikarak düşünmek
oldugunu ögrendim.
Namusun önemini ögrendim evde...
Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk oldugunu;
gerçek namusun, günah elinin altindayken, günaha el
sürmemek oldugunu ögrendim.
Gerçegi ögrendim bir gün...
Ve gerçegin acı oldugunu...
Sonra kararında acının, yemege oldugu kadar hayata da
lezzet kattığını ögrendim.
Her canlının ölümü tadacağını, ama sadece bazılarının
hayatı tadacağını öğrendim.
Ben dostlarımı ne kalbimle ne de aklımla severim.
Olur ya ...
Kalp durur ...
Akıl unutur ...
Ben dostlarımı ruhumla severim.
O ne durur, ne de unutur ...
HZ.MEVLANA
13 Şubat 2010 Cumartesi
Git Demiyorum... Sadece Gelme...
Git Demiyorum.. Sadece Gelme...
Biraz Uzak Dur Benden Bugün
Hic Bir Söz Söyleme, Duymasın Kulaklarim Dediklerini
Bakma Gözlerime Öyle,
Götürme Beni Uzaklara, Hayaller Ucusmasin, Umutlar Dogmasin Yeniden..
Gülmek Istemiyorum Bugün, Icimden Gelmiyor Iste Öylesine Gülümsemek...
Sadece Biraz Sessizlik,
Sadece Biraz Sensizlik Aslinda..
Acma Gönlümün Penceresini, Yine Gelip Oturma Kalbimin Baş Köşesine..
Sadece Sus Biraz Öyle
Ve Bakma..
Yine Gideceksin Cünkü O Yüzdendir "Gelme" Deyişim.
Zor Oluyor Artık
Imkansız Gibi
Acı Veriyor..
Gidişinin Ardindan Kendimi Avutamamak Zoruma Gidiyor
Birine Baglanmak; Benim Olmadigini Bile Bile Benimsemem Gücüme Gidiyor
Farkindayim, Aci Olan Bu: Herseyin Farkindayim
Ben Sana Aidim Ama Biliyorum ki Sen Bana Ait Degilsin
Gitmek Istediginde "Dur" Deme Lüksüne Sahip Degilim Ben
Ama Geldigin de Gidecegini Bildigim Halde, Kendimi Biraz Daha Bitirecegimi Bildigim Halde, Sana "Git" ' de Diyememek Agir..
Gelme Diyemem, Biliyorsun
Ama Anla!
Gelme ki Yine Gitmeyesin...
Bakma ki Gözlerini Yine Benden Cekmeyesin..
Gülümseme ki Bir Daha Beni Gülüsünle Kandirmayasin
Git Demiyorum
Sadece Gelme!
11 Şubat 2010 Perşembe
Aşkınla Öldür Beni...
Ey hiçbir şeyi unutmayan Mevlam!
Seni unutan senin de unuttuğun kullarından eyleme beni!
Ya Tevvab! Ey tövbeleri kabul eden!
Yapmış olduğum tövbeleri kabul et!
Bir daha yapmamak için bana güç ver!
Ya Rahman Ya Rahim Ya Gaffar!
Ey affetmeyi seven ALLAH’ım!
Ne olur ne olur affet beni!..
Sevgimin hatrına bağışla beni yarab!
Ya Kahhar! Ey kahredici ALLAH’ım!
Sevginden mahrum ederek kahretme beni!
Ya Aziz! Beni sevginden yoksun bırakıp da zillete düşürme! Sevginle aziz kıl beni!
Ya Meyyit! Ey öldüren ALLAH’ım! Aşkınla öldür beni!
Ya Bais! Ey dirilten Mevlam! Aşkınla dirilt beni!
Ya Hasib! Ey kullarını hesaba çekici olan ALLAH’ım!
Aşkınla hesaba çek beni!
Ya Kadir! Ey kuvvet ve kudret sahibi!
Bana emanetini ve sevgini taşıyabilme gücü ver!
Ey herşeyi kendine boyun eğdiren!
Kudretinin karşısında boyun büktüm acizim.
Ben sensiz ben bir hiçim aşkınla varet beni yarab!
Ya Samed! Ey kimseye muhtaç olmayan her şeyin kendisine muhtaç olduğu Rabbim!
Sana muhtacım! Nuruna muhtacım! Aşkına muhtacım!
Beni senden ayırma! Beni Aşkından ayırma!
Ya Rafi! Ey hak edenleri yücelten ALLAH’ım!
Aşkınla kendine yücelt beni!
Ya Hadi! Ey hidayete doğru yola erdiren ALLAH’ım!
Yoluna erdir beni! Aşkına erdir yüreğimi!
Ya Gani Ya Muğni! Ey zengin olan zengin eden ALLAH ım!
Asıl zenginlik sevgine sahip olmaktır! Sevginin zengini kıl beni! Aşkının zengini kıl beni!
Ya Nur! Alemleri ve gönülleri aydınlatan
nur üstüne nur olan ALLAH’ım!
Nurunla nurlandır yüzümü
Nurunla nurlandır bedenimi
Nurunla nurlandır yüreğimi...
Ya Sultan! Kendine esir et beni!
Ya Canan! Kendine meftun et beni!
Ya ALLAH!
Ya ALLAH!
Ya ALLAH!
Ey En Büyük Sevgili!
Ben seni çok seviyorum yarabbi ne olur sen de sev beni!
Varsın hiç kimse bilmesin beni
Varsın hiç kimse sevmesin beni
Yeter ki sen sev beni ALLAH’ım yeter ki sen sev beni!....
Amin amin amin..
Derdi Olan Neylesin???
“Celâdet ve adaletin timsâli Yavuz Sultan Selim (rahmetullahi aleyh), Mısır Seferi’nden sonra fethettiği beldede adâlet ve otoriteyi tesis için, bir süre kalmak ister. Bunun için hazırlıklar yapılır ve padişahın otağ-ı hümâyunu kurulur. Sultanın çadırını temizlemekle vazifeli kadınlardan biri, akşamları çadıra dönen Yavuz’u o gün ilk defa yakından görür ve o andan sonra onun sevgisiyle yanmaya başlar. Zamanla bu sevgi, bir sevdâ olur Mısırlı kadının yüreğinde. O, düştüğü derdin çaresizliğini bilir; fakat bununla birlikte çâre aramaktan geri durmaz.
Bir cuma günü Koca Yavuz çadırdan çıktıktan sonra bir tanıdığına yazdırdığı kâğıdı, sultanın yastığının yanına iliştiriverir.
Kâğıtta; ‘Derdi olan neylesin?’ yazmaktadır.
Sultan, gece istirahatına çekildiğinde yastığının yanında bulduğu kâğıtta yazılı bu ümitsiz cümleye, bir karşılık yazıp yastığının altına bırakır. Kadıncağız sabah, ‘Acaba sultan cevap yazdı mı?’ heyecanıyla -belki de biraz ümitle- yastığın altına bakar ve kâğıdının arkasına bir şeyler yazılmış olduğunu görür. Sırdaşına okuttuğu bu notta,
‘Derdi olan söylesin!’ yazmaktadır.
Kadıncağız en azından derdini anlatabileceği düşüncesiyle biraz da olsa sevinir, ümitlenir bu cümleyle. Fakat padişahın celâdeti onu korkutmaktadır. ‘Şîrlerin pençe-i kahrında lerzân olduğu’ Koca Yavuz’a böyle bir şey söylemek kolay mıdır?!.. Bu defa kadın,
‘Korkuyorsa neylesin?’
yazılı bir kâğıt bırakır sultanın yastığının altına ve ertesi günü sabırsızlıkla bekler. Ertesi sabah yine yastığın altına heyecanla bakar; sultanın kaleminden çıkan,
‘Hiç korkmasın, söylesin!’
yazısını görünce kadının ümidi biraz daha artmıştır. Hiç olmazsa kendini yakıp kavuran derdini söyleyecek, kabul görmese de, derdinden bir nebze olsun kurtulacaktır. Kadıncağız bütün cesaretini toplayıp akşam sultanın gelme vaktinde çadırın girişinde bekler. Birazdan Koca Yavuz, bütün haşmetiyle görünür; hâlinden, duruşundan kadının kendisine bir şeyler söylemek istediğini fark eder: ‘Söyle!’ der kadına. Edeble el-pençe duran kadın titremeye başlar ve dizlerinin bağı çözülür. Padişah gür sesiyle ikinci defa ‘Söyle!’ deyince, kadın, heyecanından sadece; ‘Efendim!’ der ve gerisini getiremez; Koca Sultan’ın celâdetinden duyduğu heyecanla yere yığılır ve ruhunu oracıkta Rabb’ine teslim eder. Herkesi bir telâş ve heyecan sarsa da, gözler Koca Yavuz’dadır. Meseleyi günlerdir hisseden Yavuz’un bu tablo karşısında yüreği yanar, gözleri dolar ve şöyle der:
"Hakîkî âşık odur ki, sevdiği uğruna kalbi dursun!"
10 Şubat 2010 Çarşamba
Şimdi Gidiyorsun Git...
Şimdi gidiyorsun
Git
Oysa senden tek bir damla istemiştim
Sana kocaman bir deniz sunmak için
Şimdi gidiyorsun
Git
Ne zaman başladı bu hikaye
Anımsamak zor
Gençtim
Hazırda fırtınalarım vardı dört nala sevdalarım
Komazdı öyle üç-beş nöbetleri
Geceler içimi acıtmazdı böyle
Bir insan bu kadar eksilebilir mi
Hatırlarsan sesine uyku kaçmış bir adam vardı
Bu şehrin biryerlerinde
Düşler ormanının gece bekçisi derdin sen ona
Gözlerinde gizledi o seni sen bilmedin
O adam bendim unuttun mu
Bak sevdiğin adam gülmeyi bile unuttu
Seni unutamadı
İşin kolayına kaçmadım
Uğruna ölmedim yani
Uğruna ölünecek sandığım biri için yaşadım hep
Sen bunu da bilmedin
Ben bir bakışına bin anlam yükledim
Sen aşka kestirmeden gittin
Bir hayatın özetini bırakıp avuçlarıma
Şimdi gidiyorsun
Git
Bana karanlığın ne demek olduğunu öğretmeden
Bütün ışıklarımı söndürüyorsun
Bu cehennem cinayetlerini işliyorsun
Sonra bunlara intihar süsü veriyorsun
Yazıklar olsun yazıklar olsun
Susuyorsun susuyorum susayacaklarım bitmiyor
Hani sen sevdiğini
Yarı yolda bırakacak kadar yüreksiz değildin
Düşmemeyi öğretecektin nerdesin nerdesin
Uzun lafın kısası yoktur
Anlatacağım çok şey var
Hoyrat bir rüzgar gibi geldin
Aklımı hayatımı dağıttın
Şimdi gidiyorsun
Git
Daha ayrılığa bile çarpmadan
Aşk bize döndü
Bir yılan gibi soktun koynuma kimsesiz geceleri
Artık ölüm sana dokunamamaktan kötü değil
Ama sana dokunmak da yasak bana
Göz çukurlarımdaki karanlık bunu anlatır
Sen var ya sen
Allah kahretsin
Yani şimdi
Gözleri sana benzeyen bir kızım olmayacak mı
Yani şimdi başkaları mı sevecek seni
Ben saçlarını okşadığım zaman
Ellerin öksüz kalırdı
Şimdi gidiyorsun git
Kahraman TAZEOĞLU
9 Şubat 2010 Salı
Aşk'la Ve Aşk'a...
"Destûra hacet gerektirmez aşk. Bir volkanın selinde, yangın yerinde, oduna bel bağlamaz adı aşk. Se...mânın hazinesinde sevdadan zümrütler beklemez aşk. Yoksunluktur ve yoksunlukta rahmettir adı aşk. Rahmetin bozkırlarında bir karıncanın yuvasındadır saklı aşk. Saklı kalmış düşlere hamd etmektir sureti aşk. Suretin hülyasında, hülyaların duasında, duanın gıyâbında mâşuka secde etmektir adı aşk. Aşk bir bulut, aşk bir gölge, rahmetin gözlerine perdedir aşk. Suretiyle yakan, hicranıyla yandıran ve vuslatıyla eriten bir ummandır suda aşk.
Âlemi yok etmektir aşk, yoklukta varlığı bulmaktır asıl aşk. Vahdetin içinde kesreti ararken, kesrette kendini görmektir adı aşk. Mâşuka kahır değil, hüsrâna sabretmektir hüsnü aşk. Zamanın çemberinde, dünyanın zemininde ve evrenin gözlerinde sırlıdır gerçek aşk. Aşk hüsrandır, hicrandır aşk. Yağmurdur rahmet kapılarından dökülen ve bir mahzenin en kuytu yerinde sırlanan şaraptır adı aşk. Bir kanunun telinde ve ney’in hüzünlü nağmesinde bir nefestir aşk. Aşk bir hazan, aşk bir hüzün, bir hazin kelimedir satırda aşk. Aşk sendedir ve aşk sendendir efendim. Bir gülüşünün âyinesidir aşk. Beşerin aklında değil, âşığın gönlünde yeşeren bir ilâhi filizdir aşk.
“Cihânı hiçe saymakdur adı aşk
Döküp varlığı gitmekdür adı aşk
Elinde sükkeri ayruğa sunup
Ağuyu kendi yutmakdur adı aşk
Belâ yağmur gibi gökten yağarsa
Başunu âna dutmakdur adı aşk
Bu âlem sanki oddan bir denizdir
Âna kendüyi atmakdur adı aşk.”
Aşk’ıyla yanıp kül, aşk’ıyla yanıp kul olduğum efendim. Senin isminde saklıdır aşk. "
( Bıcırık umarım beğenirsin.. :)) Buyursunlar efendimmmm... )
ACININ GİZLEDİĞİ ARMAĞAN
Acının Gizlediği Armağan
Bir gün okyanusta yol alan bir gemi kaza geçirerek battı. Gemiden sağ kurtulan adamı, dalgalar küçük, ıssız bir adaya kadar sürükledi.
Adam ilk günler kendisini kurtarmasını için Allah'a yakardı ve yardım bulurum umuduyla ufka baktı. Ama ne gelen oldu, ne giden…
Daha sonra rüzgardan, yağmurdan ve zararlı hayvanlardan korunmak için ağaç dallarından ve yapraklardan bir kulübe yaptı. Sahilde bulduğu, gemiden arta kalan konserve, pusula gibi eşyaları bu kulübeye koydu.
Günler hep aynı şekilde geçiyordu. Balık avlıyor, pişirip yiyor ve ufku gözlüyor, kendisini kurtarması için Allah'a dua ediyordu. Bir gün tatlı su getirmek için yürüyüşe çıkmıştı, geri döndüğünde kulübesinin alevler içinde yandığını gördü. Duman, dans ede ede göğe yükseliyordu. Başına gelebilecek en kötü şeydi bu.
Keder ve öfke içinde donakaldı. Şimdi bu ıssız adada, başını sokabileceği bir kulübe bile kalmamıştı. "Allah'ım, bunu bana nasıl yapabildin?" diye feryat etti. O geceyi keder ve üzüntü içinde geçirdi. O kadar dua ettiği halde, başına bu olay geldiği için sitemler etti.
Ertesi sabah erken saatlerde, adaya yaklaşmakta olan bir geminin düdük sesiyle uyandı!
Bitkin adam kendisini kurtaranlara sordu;
"Benim burada olduğumu nasıl anladınız?"
Cevap onu hem şaşırttı, hem de utandırdı:
"Dumanla verdiğiniz işareti gördük!"
Günah Var Mı Karıncayı Kırınca?
Günah Var Mı Karıncayı Kırınca?....
İstanbul da güneşli bir günün sabahında Topkapı Sarayı nın avlusunda bulunan Has Oda nın kapısı açıldı. Uzun boylu genç bir adam arka bahçeye doğru ilerliyordu. Bu kişi, Avrupa yı titreten, koca Akdeniz i hâkimiyet altına alan Osmanlı Devleti nin kudretli hükümdarı Kanunî Sultan Süleyman dan başkası değildi. Devlet işlerinden vakit buldukça soluklanmak için arka bahçeye çıkar, ağaçları, kuşları, denizi seyrederdi.
O gün deniz, ağaçlar bir başka güzeldi, yalnız ağaçlardan birkaç tanesinin yapraklarının buruştuğunu fark etti. Hemen yanlarına yaklaştı ve eliyle tutup incelemeye başladı. Biraz sonra ağaçların neden buruştuklarını anlamıştı. Karıncalar sarmıştı o güzelim dallarını. Aklına bir çözüm yolu geldi. Ağaçları ilaçlatacaktı. Böylece ağaçlar karıncalardan kurtulacak ve rahat bir nefes alacaklardı. Fakat birkaç dakika daha düşününce bu fikrin o kadar da iyi olmadığını anladı. Karıncalar da can taşıyordu, ağaçları ilaçlatırsa onlar ölebilirdi. işin içinden çıkamayacağını anlayan Kanunî, bu konuyu danışmak için hocası Ebussuud Efendi yi aramaya koyuldu. Hocasının odasına gitti. Ama hocası odada yoktu. Hemen oracıkta bulduğu kâğıt parçasına kafasına takılan soruyu edebî bir üslupla yazdı ve hocasının rahlesi üzerine bıraktı.
Birkaç saat sonra hocası odasına gelmiş ve rahlenin üzerinde el yazısı ile yazılmış kâğıdı görmüştü. Eline hat kalemini alan Ebussuud Efendi, talebesinin soruyu yazdığı kâğıdın altına bir şeyler yazdı ve kâğıdı rahleye bıraktı.
Kanunî bir ara tekrar hocasının odasına uğradı. Hocası yine yerinde yoktu; ama rahlenin üzerine bırakmış olduğu kâğıdın üzerine kendi yazısı dışında bir şeylerin daha yazılmış olduğunu gördü. Merakla kâğıdı eline aldı ve okumaya başladı. Yazıyı okuyunca yüzünde bir tebessüm belirdi. Kâğıdın üst kısmında Kanunî' nin hocasına yazdığı sual vardı. Kanunî şöyle diyordu hocasına:
-Meyve ağaçlarını sarınca karınca
Günah var mı karıncayı kırınca?
Hocası Ebussuud soruyu şöyle cevaplıyordu:
-Yarın Hakk'ın divanına varınca
Süleyman'dan hakkın alır karınca...
8 Şubat 2010 Pazartesi
GÖZLERİN İSTANBUL OLUYOR BİRDEN...
GÖZLERİN İSTANBUL OLUYOR BİRDEN
Seninle bir yağmur başlıyor iplik iplik,
Bir güzellik doğuyor yüreğime şiirden.
Martılar konuyor omuzlarıma,
Gözlerin İstanbul oluyor birden.
Akşamlardan, gecelerden, senden uzağım
Şiirlerim rüzgardır uzak dağlardan esen
Durgun sular gibi azalacağım
Bir gün, birdenbire çıkıp gelmesen.
Şarkılarla geleceksin, duygulu, ince
Yalnız gözlerime bak diyeceksin.
Ellerim usulca ellerine değince
Kaybolup gideceksin
Bir elim seni çizecek bütün pencerelere
Bir elim seni silecek.
Kalbim: Ebemkuşağı; günde bin kere
Senin için yeni baştan can kesilecek.
Ne güzel seni bulmak bütün yüzlerde
Sonra seni kaybetmek hemen her yerde
Ne güzel bineceğim vapurları kaçırmak
Yapayalnız kalmak iskelelerde.
Seninle bir yağmur başlıyor iplik iplik,
Bir güzellik doğuyor yüreğime şiirden.
Martılar konuyor omuzlarıma,
Gözlerin İstanbul oluyor birden.
Yavuz Bülent BAKİLER
Not : Mona Roza şiirinden sonra bu şiiri paylaşmak istedim... Bu şiirden daha çok yakışacak başka bir şiir düşünemiyorum.. :))
MONA ROZA
Geyvenin gülleri ve beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Ah, senin yüzünden kana batacak
Mona Roza siyah güller, ak güller
Ulur aya karşı kirli çakallar
Ürkek ürkek bakar tavşanlar dağa
Mona Roza, bugün bende bir hal var
Yağmur iğri iğri düşer toprağa
Ulur aya karşı kirli çakallar
Açma pencereni perdeleri çek
Mona Roza seni görmemeliyim
Bir bakışın ölmem için yetecek
Anla Mona Roza, ben bir deliyim
Açma pencereni perdeleri çek...
Zeytin ağaçları söğüt gölgesi
Bende çıkar güneş aydınlığa
Bir nişan yüzüğü, bir kapı sesi
Seni hatırlatıyor her zaman bana
Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi
Zambaklar en ıssız yerlerde açar
Ve vardır her vahşi çiçekte gurur
Bir mumun ardında bekleyen rüzgar
Işıksız ruhumu sallar da durur
Zambaklar en ıssız yerlerde açar
Ellerin, ellerin ve parmakların
Bir nar çiçeğini eziyor gibi
Ellerinden belli oluyor bir kadın
Denizin dibinde geziyor gibi
Ellerin, ellerin ve parmakların
Zaman ne de çabuk geçiyor Mona
Saat onikidir söndü lambalar
Uyu da turnalar girsin rüyana
Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar
Zaman ne de çabuk geçiyor Mona
Akşamları gelir incir kuşları
Konar bahçenin incirlerine
Kiminin rengi ak, kimisi sarı
Ahh! beni vursalar bir kuş yerine
Akşamları gelir incir kuşları
Ki ben Mona Roza bulurum seni
İncir kuşlarının bakışlarında
Hayatla doldurur bu boş yelkeni
O masum bakışlar su kenarında
Ki ben Mona Roza bulurum seni
Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza
Henüz dinlemedin benden türküler
Benim aşkım uymaz öyle her saza
En güzel şarkıyı bir kurşun söyler
Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza
Artık inan bana muhacir kızı
Dinle ve kabul et itirafımı
Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı
Alev alev sardı her tarafımı
Artık inan bana muhacir kızı
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak
Meyvalar sabırla olgunlaşırmış
Bir gün gözlerimin ta içine bak
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak
Altın bilezikler o kokulu ten
Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne
Bir tüy ki can verir bir gülümsesen
Bir tüy ki kapalı gece ve güne
Altın bilezikler o kokulu ten
Mona Roza siyah güller, ak güller
Geyve'nin gülleri ve beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Aaahhh! senin yüzünden kana batacak!
Mona Roza siyah güller, ak güller...
Sezai KARAKOÇ
4 Şubat 2010 Perşembe
Üşüyen Kalbimin En Güzel Yerindesin...
Üşüyen kalbimin en güzel yerindesin,
Titreyerek atışında sen varsın.
Gönül dünyamda açan,
Gözyaşlarıyla suladığım,
Hüzün çiçeklerindesin
Hani bebeler ağlayarak arar da annesini,
Sığınınca kucağına diner ağlamaklığı
Hani pınarlar vardır,
Dağlar, tepeler, ovalar aşıp
Yanıp tutuşur ummanın özlemiyle.
Hani bulutlar vardır gökyüzünde,
Nemli gözlerle rahmetini indirmede,
Hani sessiz çığlıklar vardır, yüreğinde düğümlenmiş,
Seslenmeye mecali kalmamış, bi derman,
Hani göçmen kuşları vardır yuvasını terk eden,
Kavuşmak için kanat çırparlar ılımanlığa.
Bülbüller vardır, aşkınla kavrulan,
Yanık şarkılar söylerler hep ardından.
Seni görmek için dünya gözüyle,
Sahralar aşan Karani'ler vardır.
Leyla'nın aşkıyla çöllere düşüp,
Leyla'da seni bulanlar Mecnun'lar vardır.
Dağları delip Şirin'e kavuşmak isterken,
Yolu kapına dayanan Ferhat'lar vardır.
Senin için vazgeçmiş fani âlemden,
Aşkına meftun Rabia'lar vardır.
Medine'nde sevdanla umutlarını yeşerten,
Bir ay doğdu üzerimize Veda tepelerinden türküleriyle
Bir ömür seni bekleyenlerin vardır.
Sana baktıkça yüreğinde güneşler açan,
Öfkesini Seninle yenen Ömer'lerin,
Edebiyle bedeninin süslemiş Osman'ların vardır.
Küfre karşı hala direnen, direncini Varlığından alan Ali'lerin,
Her şeyini arkasında bırakıp,
Anam babam sana feda olsun ya Resulullah diyen
Her zaman Sana dost, Sana yoldaş olmaya hazır,
Yokluğunda gözyaşı sel sel olan Bekir'lerin,
Katledilse de bebeği gözleri önünde,
İnancını dünyaya değişmeyen Sümeyye'lerin vardır.
Ey ilahi aşkın mürebbisi!
İmanın asude gölgesinde yer almayı nimet bilen,
Sensizliğinde Seni arayan bu ümmetini,
Yalnız bırakmamak için hüzün ikliminde,
Muhtaçlığının arefesinde,
Lutfeyleyip gelsen kalbimizin en müstesna yerine
Gelmezsen eğer Ey Gül kokulu, İnsanlığın müjdecisi!
Ayaklarımız kayacak nefsin karanlık bataklarına.
Nur dağından doğduğun gibi üzerimize doğmazsan,
Bir bir yenik düşeceğiz ebu cehillerin cehaletine,
Güllerini soldurmadan gel ey Allah'ın sevgilisi!
Gülizarını tarumar etmeden asrın Ebu Leheb'leri,
Eba Zer'lerin Çöllere sürülmeden gel!
Zulme karşı direnen son kalanın delinmeden surları,
Eşyanın hakikatini anlayan,
Malik b. Dinar'ların kaybolmadan gel!
Maksuda eremeyiz sen olmazsan,
Dillerimiz lal olur,
Göremez gözlerimiz hakikati,
Ey varlık âleminin tek sebebi!
Erkamın evinde verdiğimiz söz,
Akabede ettiğimiz yemin adına,
Rıdvanda ettiğin tebessümler aşkına,
Bil ki;
Üşüyen kalbimin en güzel yerindesin,
Titreyerek atışında sen varsın.
Gönül dünyamda açan,
Gözyaşlarıyla suladığım,
Hüzün çiçeklerindesin...
3 Şubat 2010 Çarşamba
Ey Kırgınlığıma Şahit Gece...
Bir Elif Miktarı Sus Gönlüm...
1 Şubat 2010 Pazartesi
ETME...
Duydum ki Bizi Bırakmaya Azmediyorsun Etme
Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun etme
Başka bir yar başka bir dosta meylediyorsun etme
Sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı
Hangi hasta gönüllüyü kasdediyorsun etme
Çalma bizi bizden bizi gitme o ellere doğru
Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun etme
Ey ay felek harab olmuş alt üst olmuş senin için
Bizi öyle harab öyle alt üst ediyorsun etme
Ey makamı var ve yokun üzerinde olan kişi
Sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun etme
Sen yüz çevirecek olsan ay kapkara olur gamdan
Ayın da evini yıkmayı kastediyorsun etme
Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan
Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun etme
Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer
Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun etme
Ey cennetin cehennemin elinde olduğu kişi
Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun etme
Şekerliğinin içinde zehir zarar vermez bize
O zehiri o şekerle sen bir ediyorsun etme
Bizi sevindiriyorsun huzurumuz kaçar öyle
Huzurumu bozuyorsun sen mahvediyorsun etme
Harama bulaşan gözüm güzelliğinin hırsızı
Ey hırsızlığa da değen hırsızlık ediyorsun etme
İsyan et ey arkadaşım söz söyleyecek an değil
aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun etme
Mevlana Celaleddin Rumi