29 Ocak 2010 Cuma
Özgürlük İçin Dört İşlem
Kendini kendinle topla
Herkes biliyor ki:
Herkes için her şey olamazsın
Her şeyi bir anda yapamazsın.
Her şeyi mükemmel yapamazsın.
Her şeyi herkesten iyi yapamazsın.
Sen de herkes gibi bir insansın.
Öyleyse:
En azından, birisi için önemli bir şey ol.
Bir anda sadece bir şey yap.
Bir şeyleri hep eksik bırakacağını hatırla.
Bir şeyi herkesten iyi yapmaya bak.
Böylece hiç kimsenin senin gibi olamadığını gör.
Herkesin herkes gibi olmaya çalıştığı yerde,
sen sen ol, böylece herkesten daha iyi ol.
Kendini kendinden çıkar
Çok uzaklara gitmeye gerek yok. Yaşın kaç ise, bir o kadar rakamı yaşından çıkar ki geriye sıfır kalsın.
Hayata başladığın güne git.
Doğduğun gün ağzından çıkan ilk çığlığı hatırla. Şu anda yaşadığın şehirde bir günde yüzlerce, binlerce bebek doğuyor.
Hepsi de bir çığlıkla karışıyorlar hayata.
Kendine bir sor; onların doğması ne kadar umurunda?
Ne kadar önemsiyorsun uğramadığın bir yerde, tanımadığın bir kadının tanımadığın/tanımayacağın bir bebeği doğurmasını?
Doğduğu gün işte sen de böylesine umursanmaz biriydin.
Şükür ki yanı başında annen baban vardı da, dünyaya ilk acemi bakışlarına şefkatli bakışlarıyla karşılık verdiler.
Elinden tuttular, ninni söylediler, büyüttüler, beslediler seni.
Seni önemli kılan onların sevgisiydi.
O sıralar seni ne Nike tanıyordu, ne Coca-Cola önemsiyordu, ne de LCW düşünüyordu.
Seni önemeyenler, üstünde hiçbir şey olmadığı halde önemsiyordu seni.
Seni sadece sen olduğun için seviyorlardı.
İstersen doğduğun günden biraz daha geriye gidelim. Birkaç ay daha geriye..
O zamanlar annenin karnında karanlıklar içindeydin.
Sadece onun fark ettiği, onun hissettiği biriydin. Oracıkta kala kalsaydın ya da hiç çıkamasaydın, kimse önemsemeyecekti seni.
Bildiğin bütün markalar seni hesaba katmadan satmaya devam edecekti, sevdiğin bütün reklamlar seni düşünmeden oynayıp duracaktı.
Bir de şöyle düşün: Sen içerideyken henüz gözlerin tamamlanmamıştı; gözlerinin olmadığını gören, gözlerinin olması gerektiğini düşünen, gözlerini olması gerektiği gibi olması gereken yere koyan ne annendi, ne babandı, ne de kendindin.
Sana sorulmuş olsaydı, henüz ışığı bile tanımadığın için gözlerine ihtiyacın olmadığını söylerdin.
Sana sorulmuş olsaydı, henüz yolları, bahçeleri, kaldırımları, vitrinleri görmediğin için ayaklarıma gerek yok derdin.
Belki ellerini bile istemeyecektin.
Belki yüzünü bile gereksiz görecektin.
Şimdi bir düşün seni önemli kılan, gözlerinin önüne taktığın gözlük mü, ayaklarına geçirdiğin ayakkabı mı, ellerine taktığın eldiven mi, boynuna doladığın atkı mı?
Birkaç ay daha geriye gidelim.
Henüz iki hücreden ibaretsin.
Annen bile farkında değil varlığının.
İki hücre hâlâ daha nasıl olduğunu anlayamadığımız bir hızla, olağanüstü bir düzenle çoğalıp ayrışmasaydı da, anne rahminden düşüverseydin kimse fark etmeyecekti seni, kimsenin fark ettiği biri olmayacaktın.
Hatta, bir adın bile olmayacaktı.
Hiç doğmasaydın, şu an aramızdan eksik olacaktın. Ama eksikliğini bile fark etmeyecektik. .........şimdi burada olsaydı! bile diyemeyecekti annen baban ve sınıf arkadaşların.
Çünkü olmayacaktın ve olmadığın için de olmadığın fark edilmeyecekti.
Örneğin ......... seni ne kadar özledim! diyen bir arkadaşın olmayacaktı.
Çünkü hepten eksik olduğun için arkadaşın eksikliğini çekmeyecekti.
Senin anlayacağın hiç var olmamak ölmekten beterdir.
Öldüğünde hiç olmazsa, ardın sıra ağlayanların olur, eksikliğini çekenler olur, özleyenlerin olur. Ama hiç yaşamadığında, hesaba katılmazsın, sözün bile edilmez.
İşte şimdi hesabını yeniden yap; kendini kendinden çıkar.
Geriye sıfır kaldığında, yani sen adı bile olmayan bir hücre topluluğu olduğunda seni önemseyen kim olabilir?
Tanıdıkların içinde öyle biri var mı?
Sevdiklerin arasında seni hiç yokken seven biri var mı?
Örneğin, yüzün ortada bile değilken yüzünü özleyen biri var mı?
Nasıl olabilir ki?
Seni en çok sevenler bile seni sen varolduğun için sevdi. Şimdi sen, seni sen yokken bile seven birini düşünmek istemez misin?
Seni sen var olduğun içen sevenleri hatırladığın kadar, seni sevdiği için var edeni hatırlamak istemez misin?
Kendini kendinle çarp
Bu sabah aynaya bir bak. Bakalım kimi göreceksin.
Elbette yeryüzündeki bütün insanlara benzeyen bir insan yüzü. Kaşları, gözleri, yüzü, burnu, kulakları, saçları ile sen de herkes gibi bir insansın.
Ama aynada herhangi bir insanı görüyor değilsin. Kendini görüyorsun.
Tümüyle sana özel, sadece senin için yaratılmış bir yüz görüyorsun.
Yani senin yüzün gibi başka bir yüz yok.
Onun için yüzüne bakanlar seni, sadece seni görüyorlar.
Seni tanıyanlar yüzünden tanır, sevenler yüzünü sever. Herkese benzeyen birini değil.
Bütün zamanlarda, senin yüzün gibi bir yüz olmadı, senin yüzün gibi bir yüz olmayacak.
Şimdi tekrar düşün.
Sen, en azından yüzüne bakarak anlayabileceğin gibi, seni yaratan için bir tanesin, biriciksin, çok özelsin.
Aynaya bakıp yüzünü gördüğünde, hep bunu hatırla.
Sen hayran olduğun birilerine benzediğin için önemli değilsin. :)
Sen şarkılarını severek dinlediğin şarkıcı gibi konuştuğun için özel değilsin.:)
Sen giydiğin ayakkabı sayesinde, tuttuğun takımın başarıları yüzünden, tişörtünün üzerinde yazan marka için biricik değilsin.:)
Sen, sadece Sen olduğun için önemlisin.
Seni biricik, bi tanecik ve özel olarak yaratan, yaşatan bir Yaratıcı seni önemsediği için önemlisin. :)
Kendini kendine böl
Etrafına bir bak.
Ne kadar çok insan ne kadar çok şey peşinde koşuyor.
Çok para, çok mal, çok yer, çok iş, çok yemek, çok araba, çok tatil, çok çok Ne kadar telaşla yaşıyorlar.
Herkesin çok acelesi var, çok telaş içindeler, çok koşturuyorlar, hep bir yerlere yetişmek istiyorlar.
Durup kalsalar kaybedecekler sanki.. Koşturmasalar ellerindekileri düşürecekler gibi.
Şimdi bir de kendine bak.
En çok ne mutlu ediyor seni?
Kimler sana gerçek dostluk yüzü gösteriyor?
Kaç sahici arkadaşın var?
Kaç sırdaşın var?
Çok az şey mutlu ediyor seni. Dostların pek az. Arkadaşlarının ve sırdaşlarının sayısı bir elin parmağını geçmiyor.
Bazen sadece nefes almak seni mutlu etmeye yetiyor.
Özlediğin bir dostunu görmek, özlediğin bir sahilde yürümek, sevdiğin bir yiyeceği yemek, sevdiğinin iki gözünün içine içine bakmak mutlu ediyor seni.
Hepsi az şeyler.. Çok az şeyler
Şimdi geri dön.
Dur ve yeniden bak.
Meydanlarda koşturan insanların aradıklarını bir düşün.
Merdivenleri telaş içinde tırmanan, otoyolları son hızla tüketen kalabalıkların neyin peşinde olduğunu düşünmeye çalış.
Aslında onların çoğu senin çoktan bulduğun çok az şeyin peşinde.
Ama çok koşturdukları için bir türlü durup kendilerine soramıyorlar.
Yazık ki aradıklarını sandıkları şeyi bulduklarında da tanımayacaklar.
Sen senin için önemlisin.
Biricik olduğun için önemlisin.
Kendini başkalarıyla kıyaslamayı bırak.
Kendini kendinle kıyasla.
Kendini başkalarının yaşadıkları ile tanımlamak yerine kendi yaşamınla tanımla.
İçinde başkasının plağı çalmasın.
Kendi sesinle konuş.
Kendi yüzünle bak hayata.
Kendini önemli bilerek yürü sokaklarda.
Nefes alıp verebildiğin için, güneşe çıplak gözle bakabildiğin için, rüzgârı hissedebildiğin için mühimsin.
Yaratıldığın için önemlisin.
Kendini kendine bölersen, eline tam tamına bir 1 geçecek.
Ne yarımsın, ne eksiksin, ne de kimselerin seni tamamlamasına ihtiyacın var. Sen mühimsin.
Dr. Senai DEMİRCİ
DERVİŞ
Derviş bir kucak dolusu elma ile bayırlar aşan bir genç kıza rastlamış... Bozkırın sıcağında.
Yorgunluktan al almış kızın yanakları. "Nereye gidersin? Ne doldurdun kucağına?" diye sormuş.
Uzak bir tarlayı işaret etmiş kız.
"Sevdiğim çalışıyor orada. Ona elma götürüyorum."
Kaç tane diye soruvermiş derviş baba.
Kız şaşkın;
"İnsan sevdiğine götürdüğü şeyi sayar mı hiç?"
Usulca kırmış elindeki tesbihi derviş...
SENİN İÇİN ÖLMEK NE GÜZEL
SENİN İÇİN ÖLMEK NE GÜZEL
Senin için ölmek
Bütün yolların sana çıkması ne güzel yâr
Beni bu koca şehirde yalnız bırakma.
Akşamın kızıllığında bul beni.
Ufkun denizle sarmaş-dolaş olduğu yerde kucakla.
Hani kan kırmızı ağlar ya gökler aydınlık tükenirken,
İşte ben ;
Göklerin yanağından süzülen gözyaşıyım yâr!
Ufukta kaybolan kuşların kanadında gözyaşım var.
Ey yâr!
Gecenin karanlığında bul beni.
Gecenin göğsü delik deşik olduğu demde kucakla.
Hani gecenin bağrı yanar ya perdeler çekilirken,
İşte ben;
Gecenin bağrındaki yangınım yâr!
Yıldızların ateşli alınlarında yangınım var.
Toprağın sıcak bağrında bul beni,
Toprağın sinesi parça parça olduğu demde kucakla.
Hani toprağın içi sızlar ya tohum çatlarken,
İşte ben ;
Toprağın içindeki sızıyım yâr !,
Tohumların çatlayan bağrında benim sancım var.
Suçum sevmekse benim.
Cezası sevdam olsun en karasından.
Sürsünler beni
Fersah fersah uzaklara salsınlar.
Boynumu vursunlar.
Ömrümün üstüne binlerce kalem kırsınlar,
Ne çıkar...
-Ölümden ötesinde senin olman ne güzel yâr-
Sen ateşler yakıyorsun içimde ;
Ben külünden şiirler yazıyorum.
Sen uzaklara atıyorsun.
Ben vuslatın için ağıtlar yakıyorum...
Yüreğimde sancı
Yüreğimde hâr
Ben senin için yanıyorum yâr...
Senin için Ya’kub gibi yanmak ne güzel.
Hasreti tac diye saçıma taktın,
Hicran avuçlarıma aktı bir duâ sonrası.
Dualar yetmez oldu yâr !
Dualar yetmez oldu ...
Dönmemek için geriye.
Bütün gemileri yaktım.
Korsan kalyonlarında ırgatlık yaptım.
Ben senin aşkın için dönüşü olmayan yollara girdim.
Seninle başladığım bu yola yüreğimi verdim.
Gün-be-gün kem bakışlar önünde bittim.
Bir kutlunun gözyaşıyla büyüttüğü güller.
Ölmesin diye,
Bin defa ölmeye yemin ettim..
Ben seni ölümüne sevdim yâr.
Ölümüne sevdim.
Senin için ölmek ne güzel...
Nurgül ÖZCAN
28 Ocak 2010 Perşembe
Hattat ve Ta...
Adını bilmezdi kimse, Hattat’tı sadece. Peçesinden ve eteğinden kadın olduğu bilinirdi herkesçe. Narin, zarif, kırılgan elleriyle padişaha yazılan naatların ilk harfiyle son harfini kondururdu samanın adab-ı muaşeret görmüşüne. Her harfi büyük bir özenle çiziktirirdi.
Yassı kalem derdi, odunumsu sazdan kalemine. Yassıydı vav gibi, kaf gibi, dümdüzdü elif gibi.Her harfin ayrı bir anlamı vardı. İngiliz kraliyetine yazılan mektuplarda he’ye özenirdi. Kadınların gözlerine tuttukları merceklere benzetirdi onu.
Nasıl gelmişti buraya kadar her mektupta bunu düşünüyordu. Erkeklerin olduğu bir dünyada Tekti. Bu yüzden Talihsizdi. Hayatın yeknesaklığında Tıynetsizdi ama gelmişti işte. Padişah en özendiği mektuplarda ona bir harf çizdirirdi. Nam salmıştı tüm komşulara, peçelinin çiziktirdiği harf yoksa mektuplarda, susardı mektubu okuyan kâtip. Aslında kâtip okumaz mektupları ama görmek için, yazmak için peçeli gibi, kâtip okurdu her komşuda. Kimse yazamazdı onun gibi, kimse batıramazdı elifi andıran yassı odunu hokkaya.
Her harf için ayrı heyecan tadardı boğazında, ramazan ayında baş tellal’a verilecek fermana koca bir ra kondurmuştu büyük bir zevkle.
En çok yazdığı, yazarken heyecanlandığı, yazarken duraksadığı, yazarken sustuğu, yazarken yazmak istemediği ve en çok yazmak istediği ta’yı çizmeye başladı kâğıdın ortasına. Durdu… Mürekkep yaladı ta’nın uzun yolunu.
Hiç anlayamadı ta’yı niye böyle yazdığını. Yeşil bir ta, siyah bir ta, kırmız ve mavi karşımı mor bir ta ama en çok siyah. Hangi renk olursa olsun en güzeli oydu; “ta”. Utanıyordu bu zevkinden. Şevketlü sultana yazarken değil de bomboş samana ta’yı çizerken duyuyordu bu heyecanı.
Bilmedi kimse Peçeli Hattat’ın derdini. Herkes o çizerken titrediğini gördü, ta’ya yol yaparken. Kimse sormadı nedenini, sorsalar da anlatamazdı, o da bilmiyordu niyesini.
Validesi gördü bir gün, biriktirdiklerini. Siyah feracenin altında yaşayan narin bir hayal olduğunu düşünürdü kızının. Sadece hayal. Ve bilmezdi kızının siyah feracesini gönlünü kimseye kaptırmamak için giydiğini.
Yaşı gelmişti Peçeli Hattat’ın. Mürüvveti görülmeliydi onun da. Sevgilisi sadece yassı kalem ve samanlar olmamalıydı yarı. Utandı valide bunu düşününce ama sordu kendine bu ta’lar da neyin nesiydi diye?
Tüm bildiklerini saydı valide isim isim. Tahsin dedi önce, ardından Talih diye haykırdı kendi kendine. Yoksa bir Tekfur muydu bu ta’ların sahibi yanılmıştı Tekfur ta ile yazılmıyordu ki. Komşunun oğlu Tarık mıydı? Bulmuştu… Paşa hazretlerinin sahabeden gelen pek duyulmamış isimli oğlu Talha’ydı, Peçelinin gönlünü çalan. Sevindi buna valide hanım. Paşanın oğluna gelin edecekti kızını. Hem de Peygamberimize komşu olacak sahabenin adındandı damadının adı.
Sustu uzun süre valide hanım. Tek kelime etmedi kızına. Kızı hala gelip gidiyordu saraya, Peçeli Hattat adıyla. Geldiğinde mum ışığında oturuyor, sabah ezanı delene kadar uykusuzluğunu ta çiziyordu.
Bıkmıştı arık valide Peçelinin bu ta merakından. Sıkılır olmuştu padişah her ta’da bu kadar titreyen Hattat’tan.
Validesini çağırdı Peçeli’nin, neyin nesi’dir diye sormaya. Bilemedi valide ne cevap vereceğini. Makamı ayyuka çıkmış Peçeli Hattat’ın derdini duysa padişah, yer ile yeksan edebilirdi, Peçeliyi, harflerini, samanlarını ve mürekkebini. Ama dayanamadı valide ve anlattı devrin hikmetlisine, şevketlisine…
Sustu padişah sükût’a hayat verircesine. Söyletmeliydi Peçeliye kalbine saplanan derdi. Çağırdı Peçeliyi makamına…
Bu kez dedi, başka yazacaksın görelim marifetini. Selam eyle Âlemlerin Efendisine önce. Sonra bir naat yaz ardında giden sahabelere ve Talha bin Ubeydullah’ı konuştur efendisiyle.
Ta’yı duyunca titredi Peçeli derinden. Hiçbir şey söylemeden çıktı makam-ı aliye’den.Gitti ve çizdi hattını en güzel parşömene. Mor bir ta ile başladı konuşturmaya Talha’yı. Gecelerce yazdı peçeli padişahın dilediğini. Hem yazıyor hem ağlıyordu. Utanıyordu Âlemlerin efendisine yazarken hissedemediği için ta’ya duyduklarını. Başına gelmişti yıllarca korktuğu. Bırakmalıydı bu işi. Düşündükçe ağlayası ağladıkça, bırakası geliyordu. Kibir denilen illet girmiş miydi kalbine bir zerre tanesi. Nice krallara nice fermanlara nice mektuplara çizmişti hattını. Bunu duymamıştı hiç. Acıyordu kalbi Peçeli Hattat’ın. Gecelerce yazdığı ta’lara baktı. Hepsi Et-Tevvab’ın ta’sıydı.
Kimsenin bilmesini istemiyordu Peçeli yanlış ta’yı çiziyordu bilerek samana, te çizseydi anlayacaktı herkes ve ezilecekti Hattat yaptığından övünüyormuş sandıklarında…Korktuğu tövbeleri kabul eden Âlemlerin Rabbi ya ben kulunun kalbine giren bir damla kibirden tövbemi kabul etmezseydi…
Bunca ta’nın yüreğini oynatması, elini titretmesi ve sabah ezanlarının arşınladığı odalarda ta çizmesi bundandı. Tevvab olan Rabb-ü Rahim ya onun tövbelerini kabul etmiyorsa.
Tevvab olan Allah, makama mansıba meyletmesin diye ta çizen ve titreyen Peçelinin tövbesini katından geri gönderiyorsa…
“Ta” işte hepsi bu… Yazmadı Peçeli bundan sonra ve gömülmedi yassı kalem hokkaya.Herkes öldü bildi Talha’yı Hattat’ın kalbinde ama onda yer yoktu ne Talha’ya, ne makama, ne valideye…
Tövbeleri kabul eden Tevvab onunkini kabul etmediyse sükût’u yaşasın dünya, Hattat’ın nezdinde…
ŞAFAK MERİÇ (Dilhane dergisinden alıntı)
...
Gönül mabedimde okunan salalarla uyanıyorum bu sabah.Yüreğim yıllardan kalma kitapların raflardaki tozlu hali gibi.Yine savruluyor samyeli rüzgarlarında.Her nefes alışımda bir günahın diyeti gibi yanıyor ciğerlerim.Yanmak temizler tüm günahları diyor bir ses.Yanmışlar yanmaz ki diyorum içimden.Bir narın yaktığı sineleri su bile söndüremez.
Ve uçurumlar, en onulmaz yaraların ilacı.Bir hayatın tüm gerçekliğiyle gözler önünden geçişi.Ve bir 14`lü, ölümle yaşam arasındaki çizgi.Tek bir kurşunun anlattığını kim anlatabilir.Ellerimden kayan bir hayat,ayaklarıma takılıp yerlerde sürünen ruhum.Uzaklara dalıp giden gözlerim.
Denizin kayalara vuran ve ruhumu okşayan buz gibi suları.Uzaklar çağırıyor beni,ruhum ötelere hasret.Bırakasım var kendimi uçsuz bucaksız ummana.Ya da en iyisi alıp başını gitmek.Bilmediğim,görmediğim uzak ülkelere.Belki bulurum aradıklarımı.Yıllardır bir deli sevdaya meftun ruhuma,belki bir inşirah bahşedilir okyanuslar ötesinde.
Korkupta yüzleşemediğim her şeyi ardımda bırakmak istiyorum.”Korkmak” bu kelime uğramamıştı ne zamandır semtimize.Şimdilerde ise çepeçevre sarıyor her yanımı.Sonbaharın en güzel halini gösteren kasım ortasında üşüyorum.Her uzattığımda boşluğa çıkan ellerim.Yine boşlukta.Yalnız değilsin der gibi yapraklar düşüyor ellerime .Her rüzgar esişinde kanayan yaralarım sızlıyor biraz daha.Bir ruhun kansere müptela oluşunu adım adım yaşıyorum.Hüzünbaz yüreğimin ilacı ötelerde ,Öteler çağırıyor beni…..
Mehmet Akif
NEDENLERİ SİLİP ATTIM İÇİMDEN
NEDENLERİ SİLİP ATTIM İÇİMDEN.. SORU YOK ARTIK !..
Soru yok artık benden yana, benden sana
Nedenleri silip attım içimde/n
Merak etme
Bitti işte
Son kez hesap/laşma zamanı şimdi
Ve istiyorum benden aldıklarını geri
İlkin Gözlerimi geri ver yüreğinden
Çıkar onları kurabileceğin her hayalden
Düşlerinden, düşüncelerinden
Çıkar işte aklına gelebilecek her yerden
Görme onunla hiçbir şeyi
Bakma onunla hiçbir yere
Hadi çıkar gözlerimi gözlerinden
Ve onları bana geri ver
Sakındığım her kötülükten, her sözden, her gözden
Göz değmemiş gözlerimi bana geri ver
Özgürlüğüm
Şimdi sıra onda
Benden ödünç ç/aldığın özgürlüğümü geri ver
Kopar bu esaret prangasını benden
Ve kurtar özgürlüğümü senden
Çek ellerini özgürce kurduğum her düşten, her hayalden
Özgürce seslendiğim bazen
"Kuşlar sizin kadar hür olmaktı hayalim" diye terennüm ettiğim
Bazen hürlükte kuşları bile geçtiğim
Özgürlüğümü bana geri ver
Hür bırak özgürlüğümü, sen zincirinden
Ve Hüznüm
Dur sakın ilişme ona, saklayamazsın benden
O bir parçadır benden, candan, tenden
Hüzün asla değil senden
Katma onu ne aşına, ne gözyaşına
Uzak durabildiğin kadar uzak dur Hüznümden
Alma iki dudağının bile arasına
Demeyeceğim Hüznümü bana geri ver
Ki alamayacağın tek şey o zaten
Gözyaşım
Hüznüme eş, hüznümle kardeş her dem
O da alamayacağım tek şeydir senden
Aktı gitti bir kere fütursuzca gözlerden
Geri almak ne mümkün zaten
Onlar şimdi sende
Saklı tutabildiğin kadar saklı tut gönül kasende
Bak ve akıtmaya çalış sende,
Tabi akıtabildiğince
...
Bitti işte hesap benden yana,
En başında da dedim ya
Soru yok artık benden yana, benden sana
Nedenleri silip attım içimde/n
Merak etme
Bitirdim işte
Hesaplaştık evvela
Ve şimdi elveda
Selametle
Selam et...
( Hüzün Seli )
SUSARIZ
Susarız…
Konuşulan konuyu boş, basit ve anlamsız buluyoruzdur, konuşmayı da gereksiz ve anlamsız buluruz…
Susarız…
Konuşulanlar öyle abes ve mantık dışıdır ki sadece hayretle dinler ve sessiz bir tepkiyle belli ederiz duruşumuzu…
Susarız…
Sessiz bir onaydır susuşumuz…Biraz utangaçlık belki ama içten bir katılıştır söylenenlere…
Susarız…
Sessiz bir bekleyiş olur susmak…Ya kendimizin yada karşımızdakinin ortak değerleri yeniden gözden geçirmesine tanınmış bir fırsattır sessizliğimiz…Yada birinin bizi fark etmesi, doğru algılayabilmesi için tanınmış bir süre… Susan için endişe ve olasılık hesapları arasındaki gelgitlerle biraz da huzursuz bir bekleyiştir susmak… Susarız…
Dile getirilmeyen bir öfkedir bazen suskunluğumuz… Öylesine yaralanmışızdır ki yaralamak isteriz, yüreğini acıtmak ve kanatmak…Ve biliriz ki hiçbir söz acıtamaz, yaralayamaz ve kanatamaz kimseyi bir suskunluk kadar…Ve susmak en acımasız, öldürücü silahtır bazen…
Susarız…
Hassas ve kırılgan bir tepkidir…Küçücük bir hatırlatmadır belki…Fark edilmesi ve onarılması incelik ister…Ya yeniden bir kazanıştır yada aleyhte bir delil olarak kalır karşımızdaki için…
Susarız…
Bir ilişkide negatiflerin gözümüze batmaya başladığı, karşımızdakine ait aleyhte deliller dosyasının kabarmaya başladığı ve hatta dosyayı masanızdan kaldırmaya gerek duymaz olduğunuz bir noktadasınızdır…Bir duruş, bir soluklanmadır susmak…Ortak geçmişin değerlendirilmesi ve geleceğin muhasebesidir…Durup yeniden, şimdi bulunduğunuz noktadan bir daha bakmak istersiniz yaşananlara ve eldekilerle geleceğe gitmenin ne kadar mümkün olduğuna…Bir içe kaçış ve söylenemeyenlerin biriktirilmeye başladığı yerdir susmak…
Susarız…
Ayağımız yerden kesilmiş, bulutların üstündeyizdir ve çiçek çiçek bahardır yüreğimiz…Sevdiğimizle yan yana ve can canayızdır…Öyle bir ruhsal bütünleşmedir ki hiçbir söz tanımlamaya yeterli gelmez hissedilenleri ve susarız…Sadece yüreklerin ve gözlerin konuştuğu yerdir suskunluğumuz…
Susarız…
İletişimin tıkandığı yerdeyizdir , hiçbir iletinin bize yeterli gelmediği ve hiçbir iletimizin doğru algılanmadığı…Yanlışlıklar, yanılgılar ve kim bilir belki de gerçeklerdir bir fırtınaya tutulmuşçasına savrulup duran…Sözler yerini sessizliğe bırakmaya başlar ve siyah, tek nokta konur cümlelerin sonuna…Zamanla cümlelerimizin sonuna konan o tek ve siyah nokta büyüyerek bir kara deliğe dönüşmeye başlar…Güven ve sevginin içten içe çürümeye başladığı yerdir ve gitmek zamanının ertelenmiş halidir susmak…
Susarız…
Kabul edilmiş bir hata yada suçtur susuşumuz ve söylenecek her söz kaybetme riskidir…Korku eşlik eder suskunluğumuza…
Susarız…
Bir gidişi kabullenmektir susmak, yerinde ve zamanında olduğunun ayırdımında olduğumuz bir gidişin…
Susarız…
Hayata karşı bir susuştur bu kez yaşanan…Bizi can evimizden vuran bir kayıp, yaşanan büyük bir acı, ölesiye bir çaresizliktir yaşadığımız…Söylenecek hiçbir sözümüzün adrese teslim olmayacağından emin olduğumuz, bütün sözcüklerin anlamını yitirdiği bir yerdeyizdir…Hayatın bize bir şey katamadığı ve bizim de hayata bir şey katmak için anlamımızı kaybettiğimiz bir yer…Belki de boş gözlerle, algılamadan bir seyirdir hayat o noktada ve belki de amacı ve beklentisi olmayan, bir mesaj kaygısı taşımayan ve hedefi olmayan tek susuştur yaşadığımız…
Susmak; eylemsiz ve durağan bir edim gibi görünse de her susku bir şey anlatır yine de ve her suskunun bir nedeni vardır ve her susku içinde pek çok sesi hapseden sessiz bir eylemdir…
Konuşulan konuyu boş, basit ve anlamsız buluyoruzdur, konuşmayı da gereksiz ve anlamsız buluruz…
Susarız…
Konuşulanlar öyle abes ve mantık dışıdır ki sadece hayretle dinler ve sessiz bir tepkiyle belli ederiz duruşumuzu…
Susarız…
Sessiz bir onaydır susuşumuz…Biraz utangaçlık belki ama içten bir katılıştır söylenenlere…
Susarız…
Sessiz bir bekleyiş olur susmak…Ya kendimizin yada karşımızdakinin ortak değerleri yeniden gözden geçirmesine tanınmış bir fırsattır sessizliğimiz…Yada birinin bizi fark etmesi, doğru algılayabilmesi için tanınmış bir süre… Susan için endişe ve olasılık hesapları arasındaki gelgitlerle biraz da huzursuz bir bekleyiştir susmak… Susarız…
Dile getirilmeyen bir öfkedir bazen suskunluğumuz… Öylesine yaralanmışızdır ki yaralamak isteriz, yüreğini acıtmak ve kanatmak…Ve biliriz ki hiçbir söz acıtamaz, yaralayamaz ve kanatamaz kimseyi bir suskunluk kadar…Ve susmak en acımasız, öldürücü silahtır bazen…
Susarız…
Hassas ve kırılgan bir tepkidir…Küçücük bir hatırlatmadır belki…Fark edilmesi ve onarılması incelik ister…Ya yeniden bir kazanıştır yada aleyhte bir delil olarak kalır karşımızdaki için…
Susarız…
Bir ilişkide negatiflerin gözümüze batmaya başladığı, karşımızdakine ait aleyhte deliller dosyasının kabarmaya başladığı ve hatta dosyayı masanızdan kaldırmaya gerek duymaz olduğunuz bir noktadasınızdır…Bir duruş, bir soluklanmadır susmak…Ortak geçmişin değerlendirilmesi ve geleceğin muhasebesidir…Durup yeniden, şimdi bulunduğunuz noktadan bir daha bakmak istersiniz yaşananlara ve eldekilerle geleceğe gitmenin ne kadar mümkün olduğuna…Bir içe kaçış ve söylenemeyenlerin biriktirilmeye başladığı yerdir susmak…
Susarız…
Ayağımız yerden kesilmiş, bulutların üstündeyizdir ve çiçek çiçek bahardır yüreğimiz…Sevdiğimizle yan yana ve can canayızdır…Öyle bir ruhsal bütünleşmedir ki hiçbir söz tanımlamaya yeterli gelmez hissedilenleri ve susarız…Sadece yüreklerin ve gözlerin konuştuğu yerdir suskunluğumuz…
Susarız…
İletişimin tıkandığı yerdeyizdir , hiçbir iletinin bize yeterli gelmediği ve hiçbir iletimizin doğru algılanmadığı…Yanlışlıklar, yanılgılar ve kim bilir belki de gerçeklerdir bir fırtınaya tutulmuşçasına savrulup duran…Sözler yerini sessizliğe bırakmaya başlar ve siyah, tek nokta konur cümlelerin sonuna…Zamanla cümlelerimizin sonuna konan o tek ve siyah nokta büyüyerek bir kara deliğe dönüşmeye başlar…Güven ve sevginin içten içe çürümeye başladığı yerdir ve gitmek zamanının ertelenmiş halidir susmak…
Susarız…
Kabul edilmiş bir hata yada suçtur susuşumuz ve söylenecek her söz kaybetme riskidir…Korku eşlik eder suskunluğumuza…
Susarız…
Bir gidişi kabullenmektir susmak, yerinde ve zamanında olduğunun ayırdımında olduğumuz bir gidişin…
Susarız…
Hayata karşı bir susuştur bu kez yaşanan…Bizi can evimizden vuran bir kayıp, yaşanan büyük bir acı, ölesiye bir çaresizliktir yaşadığımız…Söylenecek hiçbir sözümüzün adrese teslim olmayacağından emin olduğumuz, bütün sözcüklerin anlamını yitirdiği bir yerdeyizdir…Hayatın bize bir şey katamadığı ve bizim de hayata bir şey katmak için anlamımızı kaybettiğimiz bir yer…Belki de boş gözlerle, algılamadan bir seyirdir hayat o noktada ve belki de amacı ve beklentisi olmayan, bir mesaj kaygısı taşımayan ve hedefi olmayan tek susuştur yaşadığımız…
Susmak; eylemsiz ve durağan bir edim gibi görünse de her susku bir şey anlatır yine de ve her suskunun bir nedeni vardır ve her susku içinde pek çok sesi hapseden sessiz bir eylemdir…
KENDİSİNE
KENDİSİNE
Sen ey şehrin yerlisi, cesur, kararlı mühür
Sen ey inatçı kıskanç, alçak gönüllü ve hür
Karanlık geceleri korkutsa da günahım
Kızlar Kayası gibi dikilip kaldı âhım
Sefere çıkanların tatlı rüyâsı mısın
Rûhumun cellâdı mı, yoksa hülyâsı mısın
Konuşursun, sözlerin dâre çeker canımı
Susarsın, çâresizlik büyütür isyânımı
Siyaha boyanınca, kanatlanır mı yürek
Hangi harfin başını bekliyor şimdi melek
Kasîde, hangi şehrin âşiyânında güzel
Bulutlu havalarda parlayan aydır gazel
Yine mest, yine sarhoş bahçendeki mumyalar
Canlanıyor taşların kalbinde sardunyalar
Fildişinden heykel mi taşıyorsun elinde
Yine bir raksın mumu yanıyor gözlerinde
En hâkî denizini verdim sana ömrümün
Dilediğince yıkan sularında gönlümün
Sürmek mi istiyorsun masal arabasını
Getireyim kapına devlerin en hasını
Ölümsüz meyvesini sundum hayal bağının
Dehâsında bulmuşum seni yalnızlığımın
Celî bir kavis miydin, sokuldun yüreğime
Hattı hümayununla sultan oldun evime
Hendeseyi titretir endâmın ley-ü nehâr
Bu aşkı destan gibi yazıyor fırtınalar
Yüzündeki çizgiler kûfî midir sülüs mü
Aradığın define İrem mi Endülüs mü
Sen ey yardım sevenim, ruhumu derde saldın
Yalnızlığım ağlarken gülenim, nerde kaldın
Azimli bir yüreğin yorgun kimyasın da mı
Sevda denklemlerinin memnû dünyasında mı
Her pazartesi âhım kapında helâk olur
Her Cuma karanlığın kuşları leylâk olur
Kâşifin benim gülüm, görmediğin yine ben
Bilseydin sana benden bakanı görünmeden
Anlardın; her macera tende rü’yet gibidir
Oysa sende gördüğüm, sana gurbet gibidir
Utangaç bir merhamet saklıyorsun sesinde
Sahraya dönüyorum baharın ötesinde
Gizlice bir nikahtır o arzuhal, o kâmet
Sensizlik, yollarımda bir değil, bin kıyamet
Bu tebessüm rüya mı, bu istifham uğru mu
Âh bir çoğaltabilsem yüreğinde ruhumu
Bilmezsin ayrılığın ağı kokan dilini
Hâtıra bırak bana oyalı mendilini
Ege uygarlığı çağrıştıran tarihin
Asya’nın bağrı kadar muammalı ve derin
Arı sütü damlarken kaygan kirpiklerinden
Görünmez bir mürekkep akar iliklerinden
Yüreğin, âh yüreğin bir hüzün lâlesi mi
Masallar ülkesinde Zengibar kalesi mi
Kapısına bir türlü varamadım, a gülüm
Hudutlarında bile duramadım, a gülüm
İpeğimi elimden aldı pusathâneler
Bulamaz kaybedilen nûn’u rasathaneler
Hummalı bir kovanda bal yapan arı mısın
Hayatımın ansızın kopan damarı mısın
Paslandı buzdağları ortasında çeliğim
Gözlerinden hatıra kaldı kekemeliğim
Kervanında kaybolan bir bezirgân gibiyim
Kaktüslerin diline düşen figân gibiyim
Her köşede bir meddâh anlatıyor âhımı
Bilmiyor, kirpiğinden almışım siyahımı
Uğrunda, kralların bahtı solsaydı, gülüm
Amerika, yolunda kurban olsaydı, gülüm
Bir Kafkas figüründe bulurdum son izini
Efeler diyârına çevirirdim yüzünü
Eşkıyâ vurgunudur seni benden ayırmak
Çalıkuşunu yakan bir rüyayı haykırmak
Gölgelere gecenin künhünü hatırlatır
Ayrılıklar bazen de gölgeleri ağlatır
Sükûnla savaşıyor hislerim kıyasıya
Sevdiğini bilirim uykuyu doyasıya
Süslenmek istiyorsan, ruhumu boynuna tak
Bu firûze özgürlük yalnız senin olacak
Bastığın her hücremde otuz sekiz çizgi var
Baktığım her duruşun muammalı bir duvar
Suskunluğun taş gibi, gülüşün berrak değil
Neden vivien kokar baharın, leylâk değil
Gözlerin bir zamanlar toprağın sahibiydi
Bakışların bir tutam gül yaprağı gibiydi
İnsanlar kıvranırken ejderlerin ağında
Ceylan gibi yürürdün bir hayal sokağında
Yine de, yokluğumun en şüpheli çağıydın
Tenhâlarda ağlayan bir okul kaçağıydın
Karanlık korkutamaz gülüm seni, vururum
Kâtil yüzlü cinlerin karşısında dururum
Yeter ki, o nâzenîn kalbin emir buyursun
Kâinat yıkılsa da yüreğimde uyursun...
Sen ey şehrin yerlisi, cesur, kararlı mühür
Sen ey inatçı kıskanç, alçak gönüllü ve hür
Karanlık geceleri korkutsa da günahım
Kızlar Kayası gibi dikilip kaldı âhım
Sefere çıkanların tatlı rüyâsı mısın
Rûhumun cellâdı mı, yoksa hülyâsı mısın
Konuşursun, sözlerin dâre çeker canımı
Susarsın, çâresizlik büyütür isyânımı
Siyaha boyanınca, kanatlanır mı yürek
Hangi harfin başını bekliyor şimdi melek
Kasîde, hangi şehrin âşiyânında güzel
Bulutlu havalarda parlayan aydır gazel
Yine mest, yine sarhoş bahçendeki mumyalar
Canlanıyor taşların kalbinde sardunyalar
Fildişinden heykel mi taşıyorsun elinde
Yine bir raksın mumu yanıyor gözlerinde
En hâkî denizini verdim sana ömrümün
Dilediğince yıkan sularında gönlümün
Sürmek mi istiyorsun masal arabasını
Getireyim kapına devlerin en hasını
Ölümsüz meyvesini sundum hayal bağının
Dehâsında bulmuşum seni yalnızlığımın
Celî bir kavis miydin, sokuldun yüreğime
Hattı hümayununla sultan oldun evime
Hendeseyi titretir endâmın ley-ü nehâr
Bu aşkı destan gibi yazıyor fırtınalar
Yüzündeki çizgiler kûfî midir sülüs mü
Aradığın define İrem mi Endülüs mü
Sen ey yardım sevenim, ruhumu derde saldın
Yalnızlığım ağlarken gülenim, nerde kaldın
Azimli bir yüreğin yorgun kimyasın da mı
Sevda denklemlerinin memnû dünyasında mı
Her pazartesi âhım kapında helâk olur
Her Cuma karanlığın kuşları leylâk olur
Kâşifin benim gülüm, görmediğin yine ben
Bilseydin sana benden bakanı görünmeden
Anlardın; her macera tende rü’yet gibidir
Oysa sende gördüğüm, sana gurbet gibidir
Utangaç bir merhamet saklıyorsun sesinde
Sahraya dönüyorum baharın ötesinde
Gizlice bir nikahtır o arzuhal, o kâmet
Sensizlik, yollarımda bir değil, bin kıyamet
Bu tebessüm rüya mı, bu istifham uğru mu
Âh bir çoğaltabilsem yüreğinde ruhumu
Bilmezsin ayrılığın ağı kokan dilini
Hâtıra bırak bana oyalı mendilini
Ege uygarlığı çağrıştıran tarihin
Asya’nın bağrı kadar muammalı ve derin
Arı sütü damlarken kaygan kirpiklerinden
Görünmez bir mürekkep akar iliklerinden
Yüreğin, âh yüreğin bir hüzün lâlesi mi
Masallar ülkesinde Zengibar kalesi mi
Kapısına bir türlü varamadım, a gülüm
Hudutlarında bile duramadım, a gülüm
İpeğimi elimden aldı pusathâneler
Bulamaz kaybedilen nûn’u rasathaneler
Hummalı bir kovanda bal yapan arı mısın
Hayatımın ansızın kopan damarı mısın
Paslandı buzdağları ortasında çeliğim
Gözlerinden hatıra kaldı kekemeliğim
Kervanında kaybolan bir bezirgân gibiyim
Kaktüslerin diline düşen figân gibiyim
Her köşede bir meddâh anlatıyor âhımı
Bilmiyor, kirpiğinden almışım siyahımı
Uğrunda, kralların bahtı solsaydı, gülüm
Amerika, yolunda kurban olsaydı, gülüm
Bir Kafkas figüründe bulurdum son izini
Efeler diyârına çevirirdim yüzünü
Eşkıyâ vurgunudur seni benden ayırmak
Çalıkuşunu yakan bir rüyayı haykırmak
Gölgelere gecenin künhünü hatırlatır
Ayrılıklar bazen de gölgeleri ağlatır
Sükûnla savaşıyor hislerim kıyasıya
Sevdiğini bilirim uykuyu doyasıya
Süslenmek istiyorsan, ruhumu boynuna tak
Bu firûze özgürlük yalnız senin olacak
Bastığın her hücremde otuz sekiz çizgi var
Baktığım her duruşun muammalı bir duvar
Suskunluğun taş gibi, gülüşün berrak değil
Neden vivien kokar baharın, leylâk değil
Gözlerin bir zamanlar toprağın sahibiydi
Bakışların bir tutam gül yaprağı gibiydi
İnsanlar kıvranırken ejderlerin ağında
Ceylan gibi yürürdün bir hayal sokağında
Yine de, yokluğumun en şüpheli çağıydın
Tenhâlarda ağlayan bir okul kaçağıydın
Karanlık korkutamaz gülüm seni, vururum
Kâtil yüzlü cinlerin karşısında dururum
Yeter ki, o nâzenîn kalbin emir buyursun
Kâinat yıkılsa da yüreğimde uyursun...
( Nurullah GENÇ )
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)